Edebiyat hayatımın bir cüzü

EDEBİYAT

Yazar Abdullah Kasay: “Edebî kimliklerimiz bazen bunları görmeye, hissetmeye adı konulmamış bir kural gibi engel oluyor. Benim için edebiyat hayatımın herhangi bir cüzü, tamamı değil. Bu nedenle üretebileceğim, kendimi iyi hissettiğim alanlarla ilgilenmeye devam ediyorum. Bütün bunlar da birbirini besliyor.”

 

Abdullah Kasay’la sosyal medyada onu etkileyen fotoğraflardan, müziklerden, yazı işleri müdürlüğünü yürüttüğü Mahalle Mektebi dergisine, “Mutlak Bir Çıkmaz Yol” adlı hikâye kitabından, sinema ile alakalı ve editörlüğünü üstlendiği “Çiçek Dürbününden Bakmak” kitabına kadar hayatın, edebiyatın ve en çok da anlamın nabzını tutan bir röportaj gerçekleştirdik. Abdullah Kasay, “Uyandığında düş gören karakter, az çok bu dünyanın anlamının bu dünyada olmadığını bilir.” diyor.

 

Birçok dalla ilgileniyorsunuz. Disiplinlerarası bir yönünüz var. Özellikle sosyal medyada sizi etkilemiş kıymetli fotoğraflar ya da müziklerle bazen sinematografik bir sahne paylaşımı ile karşımızdasınız. Bunun dışında Mahalle Mektebi’nin genel yayın yönetmenisiniz. “Mutlak Bir Çıkmaz Yol” ilk göz ağrınız, ilk kitabınız. Sosyal medya demişken şunu belirtmeliyim, yaptığınız paylaşımlar İnsan yüreğine dokunan cinsten. Öte yandan şöyle sormak istiyorum. Gerçek hayatta bu kadar yüreğimize dokunan ne ya da neler var sizce? Ya da o kesitler zaten gerçek hayatın bir yansıması mı demeliyiz? “Mutlak Bir Çıkmaz Yol”da bir öykünüzde geçen şöyle bir ifade var: Herkesten ve her şeyden uzak bu coğrafyada anlatılanlar hiç gerçekçi gelmedi bana, demiştiniz. Gerçekçi olan sahih olan yüreğimize dokunanı nerede aramalıyız?

Birçok ismin yoğunlaştığı tek bir alanla anıldığını biliyoruz. Yani bir kişiyi o “öykücüdür” ya da “şairdir” diyerek kategorize ediyoruz zihnimizde doğal olarak. Fakat insanî birçok yanımız bunlarla gölgeleniyor bir bakıma. Edebî kimliklerimiz bazen bunları görmeye, hissetmeye adı konulmamış bir kural gibi engel oluyor. Benim için edebiyat hayatımın herhangi bir cüzü, tamamı değil. Bu nedenle üretebileceğim, kendimi iyi hissettiğim alanlarla ilgilenmeye devam ediyorum. Bütün bunlar da birbirini besliyor. Bunları birbirinden ayırmak, zaten hayatın doğal akışına da ters. Onun için sadece bir şeyle anılmak gibi bir düşüncem asla olmadı. Her şeyden önce insanız… Bunu sürdürebildiğimiz her ne varsa hayatta, peşinden yürümek gerek.

Kitaplarımızın farklı pencereler açmasını umuyoruz

Sinematografik sahne demişken, en son BeyazBulut Yayınları’ndan editörlüğünü üstlendiğiniz yine çok kıymetli bir başka eser yayınladınız, çeşitli yazarların katkılarıyla. Çiçek Dürbününden Bakmak ana başlığıyla ve “Sinemada Çocuk Çizgiler”, “Sinemada Çizgi Çocuklar” alt başlığına sahip eserler. Son yıllarda editörlük anlamında da kıymetli çalışmalar ortaya koyuyorsunuz. Biraz da bu çalışmalarınızdan bahsetsek, ne dersiniz? Özellikle çocuklarla iletişim içinde olan öğretmenler ve yine çocukları olan aileler mi bu kitabın hedef kitlesi? Yani eskilerin deyimiyle “beyaz bir sinema” arayışının bir ürünü mü bu eser?

Nasıl ki kurguyla ilgilenen herkesin yolu metinlerle “doğal biçimde” kesişiyorsa, sinema ile de o denli ve “olağan derecede” kesişiyor. Hikâye anlatmanın en büyülü yolu, sinemanın canlı aksiyonları belki de... Animasyonlara da çizgiyle hikâye anlatma sanatı dersek; edebiyata, hikâye anlatmaya duyduğumuz ilgi, bizi sinemaya en nihayetinde animasyonlara bağlıyor… Kurguyla ilgilenen iki edebiyatçı olarak (Abdullah Kasay-Sümeyra Turanalp) ayrı ayrı sinema okumaları yaptığımız gruplarda, iki öğretmen olarak öğrencilerimizle seçtiğimiz ve konuştuğumuz filmlerde, mevcuttaki alt metinlerin bir “kültür dünyası” sunması, “çocuk ve sinema” hususunda bir çalışma yapmayı zorunluluğa dönüştürdü bizler için. Zira kurguyla ilgilensin ya da ilgilenmesin, yetişkin ya da çocuk herkes için bu kültür dünyası ile temas söz konusu. Yetişkinler için belli oranda “sinema kültürü” adına çalışmalar mevcutsa da özellikle “çocuk ve sinema” bağlamında -doğrudan sahadan da gözlemciler olarak da fark ettiğimiz- büyük bir boşluk vardı… Bu boşluğa bir nebze de olsa katkı sunmak adına; doğrudan konunun ilgilileri, çocuk edebiyatçıları, çocuklarla sahada çalışan arkadaşlarımızla, kitaptaki film yazıları toparlandı. Yazılar her boyutuyla yeniden ele alındı, düzenlendi ve böylece kitaplar yayına hazırlanmış oldu. Öncelikle bu kitapların akademik bir amacı olmadığını söylemem gerek. Yazarlarımızla çıktığımız sinema yolculuğunda sinemaya yansıyan çocuk yüzler ya da çocuk çizgilerin peşine düşmekti biraz. Bu bağlamda sinema okuryazarlığından faydalanabilecek ebeveynler, eğitimciler ve sinema sanatının çocuk yüzüyle ilgilenen herkese, bu kitaplarımızın bir pencere açmasını umuyoruz. Belki henüz olmasa da bu tarz çalışmalar çoğaldıkça “beyaz bir sinema” arayışını daha doğru değerlendiririz gibi hissediyorum.

Dergimiz büyük düşünmek peşinde değil

Yine bu noktada başta da bahsettiğim gibi konuyu Mahalle Mektebi’ne getirmeden olmaz, diye düşünüyorum. On yılını yakın zamanda tamamlamış bir dergiyle karşı karşıyayız. Çok çeşitli dosya konularıyla karşımızda olan kimi zaman çeşitli öykücüleri yetiştirmiş kimi zaman çeşitli şairlerin de yetişme yeri olmuş bir dergi.  Uzun süredir istikrarlı yolculuğuna devam ediyor. Belki de en önemli özelliklerinden biri bu. Mahalle Mektebi’nin size kazandırdıkları öğrettikleri neler oldu? Neler söylemek istersiniz Mahalle Mektebi ile alakalı?

Hüseyin Akın bir yazısında Mahalle Mektebi için “Taşıyalım gel seni İstanbul’a desem sığmazsın!” cümlesini kurmuştu. Bu önemli bir cümle… Bize yöneltilmiş olmasının da ötesinde bir öneme sahip bir vurgu bu. Taşra dediğimiz mekânın dinamikleri çok daha itici bir güç. Her alanda bu böyle. Fakat bu tetikleyicilik; metinin metini beslediği, içinde insanın kalmadığı bir sanatın peşinden koşmak adına bizi diri tutan bir yere tekabül etmiyor... Olması gerekeni, olan kadarlarla sürdürürken, olmasını beklediğimizden çok daha fazlasını bize sunuyor. Bereket kavramının, hiçbir iktisat kuramıyla açıklanamaması gibi… Bu manada olduğumuz yerde durmak bize yetiyor. Mahalle Mektebi, “büyük düşünmek” gibi kaygılar gütmedi hiç. Bu kaygılarımız olmadığı için belki de Mahalle Mektebi üst üste iki kez farklı kurumlarca “yılın dergisi” olarak ödüllendirildi. Fakat zaten bu ödülü biz çıkan her sayımızda, elinde bir şiirle büromuza çıkagelen gençlerle almaya devam ediyoruz. Bir şey yazmasa da dergimizin bir kenarında yer tutan, elinden edebiyata dair bir şey gelmese de gözleri ile bize gülümseyen Meryem için de çıkmaya devam edeceğiz… Bize insanlığımızı hatırlatan herkesle yolumuza devam edeceğiz…

 

 

Çocuklar hayret duygumu peki̇şti̇ri̇yor

Her daim yolunuz açık olsun, dilerim. Karabatak Dergisi geçmiş sayılarından birinde ilgi çekici bir dosya hazırladı. Dosya konusu: Orta Öğretimde Edebiyat Dersleri. Öğretmenler için ilgi çekici bir dosya. Siz de aynı zamanda öğretmenlik görevini sürdürüyorsunuz bildiğim kadarıyla. Bu noktada özellikle bir yazar olarak çocuklardan öğrenecek çok şey olduğunu gözlemlediğinizi düşünüyorum. Bu noktada ne söylemek istersiniz? Öğrencilerinizle yaşadığınız ve sizde iz bırakan hatıralar mevcut mu?

En başta öğretmenim evet. Öğretmenlik ikliminin dinamikleri bir edebiyatçı için elbette çok daha itici bir güç. Fakat bu tetikleyicilik; metnin metnin kendisini beslediği, içinde insanın kalmadığı bir sanatın peşinden koşmak adına bizi diri tutan bir yere tekabül etmemeli. Yani öncelikle hayatıma kattıklarını önemsiyorum sonrasında olması gerekeni, olan kadarlarla sürdürürken, olmasını beklediğimizden çok daha fazlasını sunuyor bana tüm bu hayatıma katışlar. Dolayısıyla farklı kültür farklı duygulardan insanlarla, çocuklarla gençlerle bir araya gelmenin “hayret” duygumu pekiştirmesini önceliyorum daimen. Ve elbette çocuklar veya çocukluk yıllarına özlem bu kitaptaki öykülerin ortak noktası.

Şimdi esas konumuza dönelim istiyorum. Son yayınlanan öykü kitabınız “Mutlak Bir Çıkmaz Yol”a. Loras Kitap etiketiyle yayınlandı eser. Loras Yayınevi de hayırlı olsun inşallah. Bu etiketle daha birçok kıymetli eser yayınlanacak gibi duruyor. Kitaptaki ilk hikâyede şöyle bir cümleniz var: “Gerçekle hayal arasında ip germeye çalışan bir avuç çocuk, akşamı edene dek dönüp durduk çadırda.” Hikâyelerin tümünü bu atmosfer özetliyor gibi geliyor bana. Çocukluğunuzdan esinlendiğiniz otobiyografik hikâyelerle karşımızda olduğunuz söylenebilir mi?

Anadolu’da her ev dolaylı ya da doğrudan, doğa ile içli dışlıdır. Ve ondan yansıyanlar elbette ruhumuzu şekillendirmekte. Bununla birlikte; ninelerin ninnisiyle başlar öykülerimiz… Edebiyatla, sanatla içli dışlı bir ev olmasa da Meram bağlarına bakan, önünden dere akan bir evde doğup büyümek içimde var olanı besledi diyebilirim. İnsan bir şeyi içinde besleyip büyütünce o bütün hücrelerine sirayet ediyor ve hayatı o büyüttüğü şey üzerine inşa oluyor. Çevrenizdeki insanlar dahi sizin bu içinizde var olanla çevreleniyor. Tanışıklıklarınız sizin gibi insanlarla oluyor. Ve bütün bunların neticesinde okumak tutkusu yazmak tutkusuna dönüşüyor, sanki… Dolayısıyla hayalin güçlü oluşu o dönemden kalma bir gerçekliği inşa ediyor. Elbette otobiyografik hikayeler bir noktada öykülerim. Bazıları ise “yetişkin”liğe itiraz sanırım.

Bir anlam boşalması içindeyiz

Şimdilerde bazı dergi çevrelerince ben olay öyküsünün kutsandığı bir öykü anlayışı görüyorum. Açıkçası kendi yazdığım öyküler durum öyküsüne girer mi bundan da emin değilim. Fakat olayın geri planda olduğu öyküler olduklarını biliyorum. Bu öyküleri yazarken çıkış noktam yok da diyemem. Bazı roman yazarlarının öykü kitaplarındaki üslup, durum öyküsünün kullanılışı gibi durumlar da aslında çıkış noktam oldu diyebilirim. Sizde ise olayın yoğun olduğu, hareketin ön planda olduğu öyküler okudum. Bu noktada siz nasıl düşünüyorsunuz? Mevcut dergilerin anlayışını doğru bulduğunuz söylenebilir mi en azından bu tarz öyküler yazmanızdan yola çıkarak?

Bu durumla son zamanlarda oldukça karşılaştığımız doğru. Altında yatan sebepler elbette çok farklı fakat bir genel bakış yaparsak zannedersem öyküyü sadece bu tarz yazılış biçimleriyle değil, hayatın geriye çekilişinin de etkileriyle değerlendirmek gerek. Her şeyin bilinir olduğu bir dünyada bilinmeyenin ya da hemen ilk çırpıda kavranamayacak olanın mesafesini biraz korumak istiyor yazarlar. Bu refleks bir bakıma anlaşılır bir şey. Bilgiye doymuş dünyada kurmaca kurulurken okuru çarpacak, okuru düşündürecek ve yazarla ünsiyet kuracağı bağlar “olay”dan koptuğu için, artık dilde gerçekleşiyor. Mesela bir öykümde ben de “yalnızsızlığın neşesi” gibi bir ifade kullanmıştım. Benim doğrudan bu dediklerimin neticesiyle ortaya çıkan bir kalıp değildi elbette. Öykünün atmosferi gereği biraz da o yalpalayan iklimde ortaya çıkan bir dizim. Her şeyin silikleştiği bir atmosferde tatsız bir duygunun ifade ediliş biçimi belki de. Bu tarz ifade edilişler bazı öyküleri anlamlı kılabilir evet ama yine de bir “anlam boşalması” içindeyiz her birimiz.

Kitaba adını veren hikâyeniz Mutlak Bir Çıkmaz Yol’da şöyle bir cümleniz var: “Uyandığında gerçek hayatının sınırlarını çoktan işgal eden, yaşanmışlığına inanır olduğu bir sürü düş gördü.” Hoşuma giden bu cümle bana bir Furkan Çalışkan mısrasını anımsatıyor aynı zamanda. Paylaşmakta beis görmüyorum: “Bize rüyanın değil, uyanıklığımızın tabiri gerek.” Uyandığında düş görmek, nasıl bir duygu? Ya da bunu söyleyen o karaktere sorsak ne derdi bize?

Uyandığında düş gören karakter az çok bu dünyanın anlamının bu dünyada olmadığını bilir. Biz o anlama yaklaşmaya çalışıyoruz hep. Yine de olup bitene kayıtsız kalmama kısmında yazıya, söze, şiire sarılıyoruz. Muhtemelen karakter bize şunu derdi yine: Bir düşün içinde bir düş mü? Bütün gördüğümüz ve göründüğümüz?

Yorum Yaz