Litros Sanat
Türkiye'nin Dijital Kültür Sanat Gazetesi
Yazar Emine Batar: “İnsan ikisi arasında gider gelir. Kaldı ki bazen sevinç bir yara sebebidir. Edebiyatın buna duyarsız kalması mümkün değil; onu alır, inceler, edebiyatın diliyle şekillendirir. Edebiyatın şifa olmasından ziyade yarayı görünür kılması, anlamlandırması, ona bir elbise giydirip somutlaştırmasından bahsedilebilir.”
“Uzakların Yankısı”, Emine Batar’ın Dergâh Yayınları’dan, Haziran ayında çıkan son kitabı. Yazar, “Uzayan Gölgeler”, “Düğün Daveti, Islıkla Çağrılan”, “Turuncu Ölüm”, “Karanlık Rüzgâr”, “Duvar Örmek-Hüseyin Su Kütüphanesi” kitaplarının ardından bir uzun hikâye ile tekrar selamladı okurlarını. Yoksulla zengin arasındaki mesafenin gün geçtikçe açıldığı dünyanın bu acımasız gidişatında “Uzakların Yankısı”, yankının aslında uzaktan değil içimizden geldiğini söylüyor. Emine Batar’la birçok meseleye dokunan son kitabı üzerine konuştuk.
Somut bir yara iziyle başlıyor hikâye. Bu yara izini soyut yara izleri takip ediyor. İlkel tıbbın bıraktığı hatayla büyüyen İbrahim doktor oluyor sonra. Ya da biz öyle sanıyoruz. Edebiyatla yara arasında nasıl bir ilişki kuruyorsun? Edebiyat şifa olabilir mi?
Kurgu hesap kitap yapmayı pek kabul etmez. Siz bir plan yaparsınız ama yazmaya başladığınızda o sizi kendi gerçekliğinin içine çeker. Bir bakarsınız ki metin hiç ummadığınız yerlere gidiyor. Nihayetinde her şey mutlaka yerini bulur, daha doğrusu bulması gerekir. Hayat yaralarla parçalanıyor ve yine o yaralarla bir bütünlük kazanıyor. Nedense anlatmaya değer olan her zaman acı veren şeyler olmuştur. Ama hayatta ne sevinç ne de üzüntü tek başına varlığını sürdüremez. İnsan ikisi arasında gider gelir. Kaldı ki bazen sevinç bir yara sebebidir. Edebiyatın buna duyarsız kalması mümkün değil; onu alır, inceler, edebiyatın diliyle şekillendirir. Edebiyatın şifa olmasından ziyade yarayı görünür kılması, anlamlandırması, ona bir elbise giydirip somutlaştırmasından bahsedilebilir.
Genç kuşak çabuk sıkılıyor
Dünyanın kadim ve kederli hikâyesi yoksulluk, lüksün ve şatafatlı hayatların durmadan paylaşıldığı bir zamanda edebiyatın konusu olmaktan da yavaş yavaş çıkıyor. Fakat sen gidişatın aksine okuru bu kırgın, mahcup, yalnız hikâyenin içine hem çekiyor hem de okurun hatıraları ya da büyüklerinden duyduğu anıları çağırıyorsun. Yoksulluk hikâyenin merkezine nasıl yerleşti? Günümüz edebiyatının yörüngesini bu minvalde nasıl buluyorsun?
Yoksullukta dingin ve kendi içinde sürekli genişleyen bir ruh hali yakaladım ve bu da bana o dünyanın insanlarını anlama kabiliyeti kazandırdı. Yaşadığımız coğrafya böyle bir sürü hikâyeyle dolu. Şimdi ekmeğe açlık yok fakat insanın insana açlığı var. Bugünün edebiyatı insana pek dokunmuyor, edebiyatın sanatsal sınırlarını zorlamak konusunda da tembel davranıyor görünse de basılan bunca kitap yabana atılamayacak bir zenginlik taşıyor muhakkak. Bugünün sorunu yazmaktan çok okur bulmak. Genç kuşak çabuk sıkılıyor ve kolaya kaçıyor. İlgilendiği her ne olursa olsun kısa sürsün istiyor. Her şey göze hitap ediyor ve bunun sonucu olarak vitrine yakışacak olan tercih ediliyor. Edebiyat da sokaktaki hayatla aynı eksende değişip dönüşüyor. Önemli olan hangi dönemi veya neyi yazarsak yazalım onun kendi köklerinden beslenen evrensel bir ses olmasını sağlamak konusunda gereken titizliği göstermemiz.
Kirazı yoksulluğun altını çizen bir meyve olarak karşımıza çıkardınız. Kiraz yediğimizde zengin evin köpeğinin kovaladığı pişman İbrahim kadar hem yoksullukla hem de başka şeylerle hesaplaşan İbrahim gelecek aklımıza. Bu hesaplaşmaların üzerinde biraz durabilir miyiz?
İbrahim kirazın yoksulu; biz metropolde yüksek binalarda otururken İbrahim’in yaşadığı kasabadaki ağacın, çeşmenin, toprağın yoksuluyuz. Sevgisiz biri sevginin yoksulu; kötülük iyiliğin, çirkinlik güzelliğin, üzüntü sevincin ve yokluk varlığın yoksulu. Aslında kim daha yoksul bunun cevabını herkes baktığı yere göre verir. İbrahim’in bütün derdi kendisiyle; kendini kendine hatırlatıyor. Geçmişle bugün, eskiyle yeni arasında gidip geliyor. Toplumdaki bu hızlı değişim de günümüz insanını ister istemez böyle bir hesaplaşmanın içine almıyor mu zaten? Hikâyesinin farkında ve onu dikkatle izliyor. Hayat lahananın katmanları gibidir. İbrahim o katmanları açıp bakma cüretinde bulunuyor.
Hepimizin bir iç sesi vardır
Üç ayrı anlatıcı var hikâyede. Üst kurmaca okuyucuyu zorlarken bir yandan hikâyeye başka kapılar açıyor. Yazar ile konuşan İbrahim, kendi hikâyesini anlatan İbrahim, yazar olan İbrahim. Bu üç İbrahim tek bir İbrahim mi?
Hepimizin bir iç sesi vardır. Bir de bizi kendisinin istediği gibi olmaya zorlayan dış dünyası. Bazen hiç istemediğimiz halde bir cümle kurarız veya bir eylemde bulunuruz. Bazen düşüncemiz tutumlarımızla çelişir. Bir dilenciyle konuşurken patronumuzla konuştuğumuz kişi olmayabiliriz. Hayat bazı durumlarda bizi kendimizin ötesine atar. Başkalarına karışır onlardan bir şeyler alırız veya onlara kendimizden bir şeyler veririz. Bu karışım sosyalleşmek açısından iyi görünebilir ama bireysellik açısından ödün vermek olarak değerlendirilebilir, bunlar tartışmaya açık konular. Bir kişi olduğumuzu iddia etsek de kimi zaman kendimizi şöyle bir yokladığımızda başkalarına karışmış kendimizden umduğumuzu bulamayabiliriz.
Edebiyat hayatı yontma ve biçimlendirme sanatıdır
“Uzakların Yankısı”nda yazarların edebiyatla kurdukları ilişki üzerinde de duruyorsunuz. Çok okunmak, aforizma oluşturup bunlar üzerinden takipçi kazanmak, samimiyetini kaybetmiş, yazdığı hikâyeyle ilgilenmeyen, hikâyeyi bir kazanç kapısı gören yazara sitem ediyor, yer yer kızıyorsunuz. İbrahim nasıl bir edebiyatı değerli ve anlamlı görüyor? Emine Batar için edebiyat nedir?
Kahramanın yaklaşımı kurgu içerisinde düşünülmeli ve bağlamından koparılmadan değerlendirilmeli. O söz niçin söylenmiştir ve nereye bağlanmak istenmektedir, bunlara dikkat etmek gerekir diye düşünüyorum. Bana göre edebiyat hayatı yontma ve biçimlendirme sanatıdır. Bugün yazarların ister istemez göz önünde olduklarını da hesaba katarsak yazar gerçek hayatta, edebiyatta söylediğini yalanlamayacak bir duruş edinirse sanatsal söylevini de perçinlemiş olur.
Thomas Bernhard’ın, “Odun Kesmek” kitabına yer yer değiniyorsunuz eserde. “Uzakların Yankısı”nda ekonomik sisteme, adalete, yazarlığa dair eleştirilerini net ortaya koyan bir Emine Batar görüyorum. “Odun Kesmek” kitabını “Uzakların Yankısı”na çağıran neydi?
Thomas Bernhard’ın ilk okuduğum kitabı “Odun Kesmek”ti. Berjer koltuğa oturmuş etrafındaki sanatçıları eleştiriyor sonra dönüp tokadı kendine atıyordu. Bütün o sanatsal konuşmaların samimiyetten uzak, yapay bir şeyler içerdiğini biliyor fakat bir türlü oturduğu koltuktan kalkıp gidemiyordu. Berjer koltuk kahramanın yalnızlığını vurgulamak içindi. Hepimiz çoğu zaman kalabalıkta hatta aynı dili konuştuğumuz insanlar arasında bile yalnız hissedebiliriz. İnsanın yalnızlığının farkında olması ona hem yol açar hem de yolunu tıkar. Yeter ki insan hangi yolda yürümek istediğini bilsin. Bu kitabın kurgusunu oluşturmam “Odun Kesmek” kitabını okuduktan sonra oldu. Ben de kitaba bir vefa borcum olduğunu düşünüp kurguya dahil ettim.
Osman Ağa ihtişamlı konağını kuşlara bırakırken tuğla-çimento-demirle yükselen evler yeni ağaları çağırıyor mahalleye. Mahallenin tek ağasının yerini şehrin ağaları alıyor. Şehrin ağalarının daha zalim olduğunu şehrin kendi itiraf ediyor. Bu zalimliğe neden razı oluyor mahalle?
Kaba bir zalimlik fazla görünürdür, kendini başka bir şeyin içine gizlemeyi bilmez, buna ihtiyaç da duymaz. Biraz da hitap ettiği kitleyi böylesi bir muameleye layık gördüğü içindir. Oysa metropolde zalimlik çeşitli kılıflara sarılıp sarmalanır, mesela iyiliğin içine serpiştirilir ve böylece başkalarına kabul ettirmek kolaylaşır. Zalim bile güzel giysiler, janjanlı kağıtlar, renkli pullar, incelikli kelimeler arasında gizlediği zulmünü arasa bulamaz. Çünkü onlarla öyle özdeşleşmiştir ki…
Köklerin üzerine hikâyemizi inşa ederiz
Doktorun karşısında bile eşit muamele görmeyen insanları anlatıyorsun. Kitap adil olmayan ve nihayete ermeyecek bu eylemleri hatırlatıyor sık sık. Hatırlamak neden bu kadar önemli?
Hatırlamak hikâye edebilmenin ilk şartı. İleriye doğru yaşar ama geriye doğru düşünürüz. Geçmiş daima bugünde mündemiç. Bugünle beraber yarına taşınır durur. Bir tohum nasıl ki önce köklenir sonra gövdesi üzerinde dallanıp budaklanırsa hayat da geçmişle köklenir. O köklerin üzerinde bugünümüzü ve yarınımızı, dolayısıyla hikâyemizi inşa ederiz.
Yorum Yaz