Litros Sanat
Türkiye'nin Dijital Kültür Sanat Gazetesi
Yazmak hiç bir zaman kolay olmadı. İnsanın dünyadaki diğer her şeyden soyutlanıp, sadece kendi içine yönelebilecek bir “an” yakalayabilmesi zaten en zoru… Bir düzen ve disiplin içinde üretmek, belki de en çok imrenilecek özelliklerden biri. Üretmek ve ürettiğinizin arkasına durabilmek. Ama bazen, göğsümüze yapışan bir acı, yazmaktan başka yol bırakmaz. Rota belirlenir.
Selim İleri denilince aklıma gelenler her nedense bunlar. Onun yaşamının bendeki yansıması veya ondan öğrendiklerim de bunlar olabilir.
Onu yakından tanıdığımı söylesem doğru olur mu? Olmaz. Ben onun ruhunun bazı yönlerini, satırları arasında dolaşırken yakından tanıdım. Yani bir nevi uzaktan eğitimdi…
Gazetecilerin telefonu genelde geç saatlerde de çalar. Hele ki özel bir haber, konu, mesele varsa. Zaten arayan isimden durumu anlarız. Böyle anlardan birinde telefonum çaldı ve çok sevdiğim biri bana “Selim İleri’yle söyleşi yapmak ister misin?” diye sordu. Üstelik iki gün sonra!
Ramazan bayramına sadece üç gün vardı ve şehir dışındaydım. “Evet çok isterim ama İstanbul’a gelmem imkânsız” dedim. “Sen tamam dersen, gerisini ben planlarım” dedi. Hayır demek mümkün mü! Ertesi gün henüz piyasaya çıkmamış olan “Yalnız Evler Soğuk Olur”un basın kopyası elime ulaştı.
Aslında hikâyeyi biliyordum: İleri, bir süre önce verdiği bir söyleşide bu kitabının adını anıyor, henüz basılmadığını ve vefatından sonra basılmasını istediğini söylüyordu. Peki o hâlde neden şimdi basılıyordu?
Kitabı o gece uykusuz kalarak bitirdim. Tatilde olmam bir anlam ifade etmiyordu bu satırların karşısında… Yaptığımız plana göre ben kitabı okuyacak ve hemen akabinde sorularımı hazırlayacaktım. Ardından bir gönüllü sorularımı arife günü İleri’ye götürüp, sözlü yanıtlar alacaktı. Plan içime sinmemişti ama bayramın üçüncü günü söyleşinin yayınlanması isteniyordu. Yani başka şansımız da yok gibiydi. Kaderime veya nasibime razı oldum.
Kitap, adeta coğrafyayla, ülkeyle, burasıyla bir hesaplaşmaydı. İleri, o güne kadar söyleyemediği veya üstünde daha fazla durmak isteyip fırsat bulamadığı bazı meseleleri bu romanda ele alıyordu. Neredeyse biyografik yanlarıyla, şiirsel bir anlatımla…
Yirmi dört saatlik rüya, soruları muhattabıma iletmekle son buldu. Bayram içinde de heyecanla cevapları bekledim. Acaba sorularımı beğendi mi, doğru noktalara temas edebildim mi?
Bayramın son günü beklediğimin tam tersi bir haber ulaştı. Kitabın baskısı birkaç hafta ertelenmiş veya en baştan bir yanlış anlaşılma olmuştu. Ancak yine de söyleşi soruları İleri’ye iletilmiş o da cevaplamıştı. “Keşke karşılıklı yapabilseydik” dediğim söyleşinin cevapları bana iletilirken, “Selim Bey sorularını çok beğendi, çok özenli buldu” denilince adeta mesleğimin ilk yıllarına döndüm. Genç bir heyecan… Sonra da cevaplara yerleştirdiği ufak bir notu okudum: “(Fakat şu cümlemi lütfen çıkarmayın: Bir gün bu özenli sorularınıza gönül borcumu mutlaka yeniden hatırlayacağım.”)
Ustamız böyle buyurmuş, hiç çıkarır mıyız! Elbette onun böyle hoş ve kısa notlarıyla beraber yayımlandı söyleşimiz. Neden vasiyet romanını şimdi yayınladığını, artık neden böyle konularda büyük konuşmayacağını bir bir anlatıyordu… Haber muhattabıyla buluşunca kendisine haber vermek istedim ve yıllardır kendisini zaman zaman aradığım ( çeşitli haber çalışmaları için…) numarasını aradım. Telefon her seferinde kapalıydı. Hasta veya meşgul olduğuna kanaat getirdim. En nihayetinde daha önce defalarca konuştuğum numaradan şüphe etmedim. Aracı kişiye haber verdim ama şahsen ulaşamadığım için de huzursuzdum.
Bir hafta sonra Sevda Dursun beni aradı. “Selim İleri söyleşiyi çok beğenmiş, sana ulaşmak istiyor ama ulaşamıyormuş” dedi. Yanaklarım kızardı, mutlu muyum yoksa şaşkın ve utanç içinde mi bilmiyorum. Sevda’ya “sen nasıl ulaştın, ben bir haftadır arıyor, mesaj atıyorum ama cevap alamıyorum” deyince mesele anlaşıldı! Kısa süre önce değişen numaradan haberim yokmuş.
Yanaklarımın kızarıklığı geçmeden yeni numarayı çevirdim. Selim Bey, önce telefonunu nasıl kaybettiğini anlattı. Eski numarayı çıkarttırmakla da uğraşmak istememişti. Sonra söyleşimizden bahsetti. Çalışmalarından, roman taslaklarından, yapacaklarından da konu açtı. En nihayetinde, “Haydi bir gün gel de sohbet edelim, kitap üzerine konuşalım” dedi. “Tabii” dedim, ne zaman dilerseniz. Ona bir iki hafta vermemi, biraz toparlaması gerektiğini belirtti. Hem önümüz yaz diyordu, havalar ısınınca buluşmamızın daha da keyifli olacaktı. Herhalde tarih mayıs ortasıydı. Sevda da buluşma planına dahil oldu. Sonra yine mesaj attı: Beklerim Mutlaka!
Haziranda aradım. Rahatsızdı. Sabırla bekledim. Ancak hayat bizi beklemiyor.
Bazı hikâyeler beklediğimiz gibi bitmiyor. Rabia Bulut, beni arayıp bu son söyleşinin hikâyesini yazmamı istediğinde ona yazacak güzel bir hikayem olmadığını söyledim. Benim ki hayli acı bir kavuşamama hikâyesi. Ama yine de yazmak istedim. İleri’nin romanda andığı, benim de ona sorduğum o cümle her şeyin kısa bir özeti aslında: “Anlaşılmaz bir acı gelip saplanınca yazmaya koyuluruz.”
Selim İleri beni, son kitabını uzun uzun tahlil edelim diye yanına çağırdı ama ben gidemedim. Vefat haberini alınca göğsüme bir acı saplandı. Umarım bu hikayeyi size anlatmak acıyı azaltır.
Yorum Yaz