Bir estetik mevsimi

Güncel GELENEKLİ SANATLAR

Kültür, bir milletin ruhudur. Türk kültürü, tarih boyunca dinin dokusuyla şekillenmiş, inanç dünyasıyla yoğrulmuş köklü bir geçmişe sahiptir. Milletlerin dünya görüşleri, gelenekleri ve estetik anlayışları, çoğu zaman dini inançlarla harmanlanır. Türklerin İslamiyet’i kabulüyle birlikte, kadim alışkanlıkları İslam’ın manevi değerleriyle birleşerek zamanla kendine özgü bir sentez meydana getirmiştir. Bu sentez, yalnızca inanç dünyasında değil, sanat, estetik ve gündelik yaşamın en küçük ayrıntılarında dahi kendini gösterir.

İslamiyet öncesinden İslamiyet’e uzanan yolda inanç ve ritüeller

Türklerin İslamiyet öncesindeki inançları, doğa merkezli bir dünya görüşüne dayanıyordu. Gök Tanrı inancı, evrenin yüce yaratıcısı olarak tek tanrı anlayışını kabul ediyordu . Bu dönemde doğa, kutsal bir varlık olarak görülmüş; dağlar, ağaçlar, su kaynakları ve ateş gibi unsurlar, insanla ilahi olan arasında bir köprü vazifesi görüyordu. 

Atalar kültü, eski Türklerin en önemli ritüellerinden biri olarak kabul edilir. Atalara duyulan saygı, daha sonra İslamiyet’in kabir ziyaretleri ve türbe kültürüyle birleşerek varlığını devam ettirmiştir. Türklerin İslamiyet’i kabulüyle birlikte inanç dünyasında köklü bir değişim yaşansa da, eski ritüeller tamamen terk edilmez. İslam’ın tevhid inancı, Gök Tanrı anlayışıyla kolayca bağdaşır. Kurban ve kabir ziyaretleri gibi gelenekler ise İslami kimliğin içinde kendine yer bulur.

Türklerin Ramazanı estetikle buluşturması

Yahya Kemal Beyatlı’nın da belirttiği gibi, Türk milleti İslam’ı kendi estetik anlayışıyla harmanlayarak ona kendine özgü bir zarafet katmıştır. Şair, bu durumu “Türk milleti, ramazanı bir estetik mevsimi haline getirmiştir” sözleriyle ifade eder. Ramazan ayı, Arap toplumlarında yalnızca bir ibadet zamanı iken, Türklerin elinde bir kültür ve sanat şölenine dönüşmüştür.

Türk milleti, ramazanı kendine özgü bir hale getirmeye, bu ayda yapılan ibadetin adını bile dönüştürerek başlamıştır. Yahya Kemal’in işaret ettiği gibi, Arapçadaki savm kelimesi yerine Farsçadaki rûze kelimesini alıp onu oruç şeklinde türkçeleştirmiştir. Bu dilsel dönüşüm bile, Türklerin dini ritüelleri benimserken kendi kimliklerini nasıl koruduklarının bir göstergesidir.

Mahya: Işığın dili

Türk milletinin estetikle süslediği en zarif geleneklerden biri de mahya sanatıdır. Osmanlı döneminde şekillenen mahya geleneği, yalnızca bir süsleme değil, aynı zamanda dini mesajların ve toplumsal değerlerin ışıkla yazılmış ifadesi olmuştur.

Kelime kökeni Arapça mahyye sözcüğünden türeyen mahya, ışık veya aydınlatma anlamına gelir. Rivayetlere göre, ilk mahya uygulaması İstanbul Sultan Ahmet Camii’nde gerçekleştirilmiştir. Yazılı kaynaklara göre ise, ilk mahya ustası 17. yüzyılda yaşamış olan Hafız Ahmet Kefevi’dir. Hafız Ahmet Kefevi, mahyayı cami minareleri arasında ışıkla işlenmiş bir sanat haline getirmiş, bu gelenek zamanla İstanbul’dan tüm Osmanlı topraklarının dört bir yanına yayılmıştır.

Ruhun aydınlanması, geleneklerin sürmesi

Mahyalar, göğe yükselen bir aydınlık gibi, Türk kültürüyle İslam dini arasındaki uyumun en zarif ifadelerinden biri olmuştur. Gök Tanrı inancının göğe yükselme arzusu, mahya ışıklarıyla sembolleşmiş; eski ritüellerin manevi ihtişamı, İslam’ın estetik diliyle harmanlanmıştır.

Türk ulusu, kendi dünya görüşünü de katarak ramazanı estetik bir görünüme kavuşturmuş ve Süheyl Ünver’in tespitiyle; “Ramazan ayında mahya, temizlik, ahlâk tasfiyesi, günah ve zararlı şeylerden çekinme, yerinde eğlenebilme, dinlenebilme, cömertlik ve herkesi düşünmek terbiyesini bir araya getirerek bir ‘Ramazan Medeniyeti’ meydana getirmiş ve bunu İstanbul’da teksif etmişlerdir.”

1854 yılında, Ramazan ayıyla beraber İstanbul’un değişen çehresini şaşırarak gözlemleyen yabancı seyyah Théophile Gautier tarihe şöyle not düşmüştür: “İstanbul sokakları her zaman karanlığa gömülüdür. Ama uzaktan uzağa kâğıttan bir yıldızın titrediği bu karanlık yollar ve meydanlar Ramazan gelince neşeli bir parıltıya kavuşur. Tepebaşı gezinti yerinden görünüm harikulade idi. Haliç’in öbür kıyısında İstanbul bir Doğu imparatorunun tacı gibi pırıl pırıldı; camilerin minarelerinin şerefeleri kandilden bileziklerle süslü idi; bir minareden ötekine ateşten harflerle kutsal bir kitabın sayfalarına yazılı bir gök üstünde beliren Kur’an’dan ayetler parlıyordu. Yeni Cami, Süleymaniye, Sarayburnu’ndan Eyüp sırtlarına kadar dizili Allah’ın bütün tapınakları aydınlıklar içinde ışıldıyor, ateşli cümlelerle İslam’ın formüllerini ilan ediyordu.”

Mahyalar, sadece ışıkla yazılmış cümleler değil, bir milletin inancını, estetik anlayışını ve manevi dünyasını göğe yükselten sessiz niyetlerdir. Bu ışık dili, Türklerin inançlarını nasıl estetikle buluşturduğunun en parlak örneğidir. Bugün de minareler arasında parlayan her mahya, geçmişin ışığında geleceğe taşınan bir gelenektir.



Yorum Yaz