“Doğanın akışında kendime yer buldum”

Güncel GELENEKLİ SANATLAR

Yağlı Tabanlar kurucusu Tuğba Sarıkaya: “Köklü değişimler için düşünmek yerine harekete geçmeye karar verdim. Nihayet bir gün doğanın akışında kendime bir yer buldum. ‘Yer buldum’ diyorum çünkü hiçbir yere sığamadığımı düşünürdüm. Bu süreçte kendimi ve doğayı keşfettim."

Şehir hayatının koşuşturmacasında, doğanın huzurunu en son ne zaman hissettik? Belki de doğanın kollarında kaybolmak, birçoğumuz için uzak bir hayal gibi geliyor. "Bir başıma doğada ne yaparım?" diye soruyor olabiliriz. İşte tam da bu noktada, Tuğba Sarıkaya, namı diğer "tubiyolda", ekoterapi ile bizlere doğanın büyüsüne kapılmamız için ilham veriyor. 

Litros Sanat’ın yeni sayısında, Tuğba Sarıkaya ile doğanın kucaklayıcı gücünü ve onunla geçirdiği zamanı nasıl bir keşfe dönüştürdüğünü konuştuk. Doğada bulunmanın, kendi içimizde bulduğumuz bir denge olduğunu vurgulayan Tuğba, bizi yeniden doğanın ritmine ayak uydurmaya davet ediyor..

Merhaba, sizi tanıyabilir miyiz? Kendinizi ve “Yağlıtabanlar”ı biraz anlatır mısınız?

Adım Tuğba, yakın arkadaşlarım Tubi der, bu zamanla kimliğimin bir parçası haline geldi. 96 senesinin bir yaz günü dünyaya gelmişim. Burada ifade edeceklerimin tamamı doğayla iç içe kurduğum bağdan ilham alıyor. 

Yağlı Tabanlar, doğa yürüyüşleri ve birlikte kamp kurduğumuz pek çok macerada birlikte yol aldığımız ekip. Tabanları yağlamak deyiminden geliyor. 2024 Mart’tan beri faaliyet düzenliyoruz. Topluluğumuz 20-35 yaş aralığında, dinamik bir ruh taşıyor. Bazen doğanın içinde bir araya gelmemizi, modern hayatın kaosuna karşı ‘sosyal bir direniş’ şeklinde tanımlıyoruz. 

Bu yolculuğunuz nasıl başladı? “Yağlı Tabanlar” fikri nasıl ortaya çıktı?

Çocukluğum 5 yaşıma kadar Gümüşhane’nin bir köyünde geçti. Daha sonra Bursa’nın bir köyüne taşındık ve 17 yaşıma kadar orada yaşadım. Şimdiki çocukların gün görmeyen evlerde, dört duvar arasında büyüdüğünü düşününce, aslında sınırsız erişimle büyümüşüm diyebilirim. Elbette ki çoluk çocuk demeden işe sürülme kısmı da vardı. Boyumdan büyük işlerin hakkından gelmeyi ya da altında kalmayı o yaşlardan öğrendim.

Köyde geçen 17 yılın ardından şehre taşındığımızda inanılmaz bir sıkışma hissiyle anlam arayışı baş gösterdi. Öncesinde farkında olmadığım o bağımsızlığın eksiğini hissediyordum. Çünkü bütün meraklarım şehirde hayır diye yanıtlanıyordu. Into the Wild isminde bir film var. İzleyenler çıkacaktır. O filmi izledikten sonra, doğanın bendeki yerini anlamlandırmaya başlamıştım. Hayallerime etki eden şeylerden biri olmuştu. Tek eksik nasıl yön vereceğimi bilmiyordum. Sancılı bir süreçte çare bulamayınca içime döndüm. Kitaplarla hemhal olur ara ara doğasını görmek istediğim yerlere giderdim. Kırılmayı başlatan şey babamın vefatıydı. Vaktim daralıyor gibi hisseder olmuştum. Köklü değişimler için düşünmek yerine harekete geçmeye karar verdim. Nihayet bir gün doğanın akışında kendime bir yer buldum. ‘Yer buldum’ diyorum çünkü hiçbir yere sığamadığımı düşünürdüm. O dönemde, haftada bir izin günümde tek yaptığım şey, yaşadığım şehirde yeni bir manzara peşine düşmekti. 

Bu süreçte kendimi ve doğayı keşfettim. Bu keşifler hem içimde hem de sosyal platformlarda yankı buldu. Benim gibi hisseden insanların olduğunu görmek bana ilham verdi. Eskiden yurtdışında gördüğüm şeylere özenir, hayallerimi hep uzaklarda sanırdım. Ancak bu işin içine girdikçe, doğanın güzelliklerini paylaşan başkalarının da olduğunu fark ettim. Uzakta değillerdi. Kiminden ilham aldım, kimine yol arkadaşı oldum.

Yağlı Tabanlar ise bu keşiflerin, doğayı bir yaşam şekline dönüştürdüğüm sürecin doğal bir ürünü olarak ortaya çıktı. Her şey, benimle kamp kurmak isteyen bir kadının bu fikri dile getirmesiyle başladı. Bir kadın olarak doğada kamp yapmak, toplumda cesaret isteyen bir hareket gibi algılansa da, aslında bu insanın doğadan uzaklaştıkça özünden koptuğunu fark etmesinin bir yansımasıydı. Neticede hepimiz topraktan geliyoruz; ne kadar uzak kalabiliriz ki?

Kadın olmak konusu benim için çok özel bir mesele değil, ancak toplum olarak buna fazlasıyla yadırgayarak yaklaşıyoruz. Bu çerçevede bana ulaşan kadınlarla yol almaya başladım. İlk gün fark ettim ki, insan en sevdiği filmi başkaları da izlesin istiyor. Bu duygu, bana bildiğim her güzelliği daha çok insanla paylaşma motivasyonu verdi. Zamanla yürüdüğümüz yollar çoğaldı, sayımız arttı ve toplumun buna ne kadar ihtiyacı olduğunu daha net görebildim. Bir şey yapmalıydım; bildiğim en güzel şeyi dünyaya haykırmalıydım. Belki benim de bir amaca ihtiyacım vardı.

Sonraki süreçte sosyal medyada bir çağrıda bulundum ve ağaçlandırma organizasyonunda kadın-erkek demeden isim-soyisim ezbere bildiğim ama yüzlerini daha önce görmediğim 74 kişi ile hep birlikte fidan diktik. O gün bugündür değişmeyen tek şey, birkaç deli dumrulun bir araya gelip şehirden uzaklaşması. ‘Yağlı Tabanlar’ ismini ise ilk kez kızlarla çıktığımız bir yürüyüşte şakayla söylemiştim. Başta sadece bir espriydi, ancak zamanla bu isim ekip ruhumuzu yansıtan kalıcı bir simge haline geldi.

Farkındalık yaratmak için, doğada çöp toplama, OGM’nin verdiği yangın gönüllü eğitimi ekiple yaptığımız şeylerden birkaçı.

İlk doğa yolculuğunuz nasıldı? Bu deneyim size neler kattı?

Benim için ilk keskin dönüşüm, bir şeyler yapmayı isterken bisikletimi aldığım ilk gün, hevesle uzun bir yola çıkmaktı. O gün yokuşlarda inanılmaz zorlanmıştım ama her şeye rağmen içimde tarifsiz bir huzur ve macera hissi vardı. Ertesi gün kas ağrılarımı değil, o yolda hissettiğim huzuru ve heyecanı hatırlıyorum. Bu deneyim, zorluğun ve huzurun aynı anda var olabileceğini fark ettiğim bir başlangıç oldu.

İkinci büyük etken ise çalışma arkadaşımla paylaştığımız ortak dünya görüşüydü. Ben kendi halimde doğayı keşfederken, beni sosyal medyaya çeken de oydu. Bir gün ‘gündoğumunu izlemek’ diye tutturmuştum ve bu fikir, bir kamp kurma macerasına dönüştü. Elbette ki annemin ikna olması için kardeşim de bizimle gelmişti. O geceyi unutamıyorum. 2 kadın, 1 kedi, 1 hamak.. gece boyu uyumayıp sohbetle sabah ettik. Güneşin doğuşunu izledik. Güneş dünyaya değil ruhumuza doğmuştu sanki. Bu anı ne zaman hatırlasam içerimde aynı fikir.. uzun bir uykudan uyanış gibiydi. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. 

Doğanın içinde bir maceracıyım

Doğayla iç içe vakit geçirmenin sizin üzerinizdeki etkisi nedir? Sizi nasıl besliyor ve geliştiriyor?

Bu konuda yazılmış ve söylenmiş onlarca şeyden sonra yeni bir şey söyleyebilir miyim bilmiyorum. Ama şu cümle beni hep düşündürür: “Ben seni belki de bir keman virtüözü olarak yarattım ama sen bir kere bile keman çalmadın.” Sizde ne uyandırıyor bu cümle? Gerçekliği sorgulanabilir, ama ben tamamen yarattığı denklemdeyim.

Doğanın içinde kendimi bir maceracı gibi hissediyorum. Kendi hikayemi yazmaktan daha hoşnut olacağım bir yol bulamadım. Her anlamda stres altında yaşadığımız bu dünyada, stresi azaltabilmenin benim için tek yolu, tabiatın akışına karışmak. Bugün doğada attığım her adım, içimde yanıtlanmış bir soru anlamına geliyor. Aldığım nefesi derinlemesine hissediyorum. Su güçlü bir akışla yoluna devam ediyor; bu akışı çoğu zaman yaşamla özdeşleştiriyorum. Kimi zaman durgun, kimi zaman telaşlı. Ama her daim akışta.

Her şeyden önemlisi, yaratılmış olana şahitlik etmek bana şükretmeyi öğretti. Kudrete şahitlik büyük bir nimet. Doğanın içinde karakterim dinginleşiyor ama bir yandan hâlâ haylaz bir çocuk gibi hissediyorum. Ormanın derinliklerinde koşturup bir suyun akışını izlemek ya da bir ağacın gölgesinde oturmak… Doğa, sadece dışarıda değil, içimde de bir yaşam alanı kuruyor.

Ha bahsetmedim ama bir gerçeğe değineceğim. Ben doğaya dönmeden önce kitaplara sarılmışken insanları sevmediğimi sanıyordum. Meğer insan seçiyormuşum. Aynı dili konuştuğum insanlar yokmuş çevremde. Doğa bu konuda kapı araladı bana. Tanıdığım en güzel insanları bu yolda buldum. 

Macera ile tedbir arasında

Kamp yaparken karşılaştığınız en büyük zorluklar nelerdir?

En büyük zorluk benim için soğuk. Soğukla şahsi bir derdim yok, ama kar yoksa soğuk bazen anlamsız geliyor. Sağlığımı etkileyince, o mesafeli ilişki bir anda ‘şaka bir yana, bu iş ciddi’ moduna geçiyor. Yani soğuk, kampın şakaya gelmeyecek tarafı. Hipotermi bir yana, huzursuz bir gece geçirmiş oluyorsunuz. 

Bir de yabani hayvan konusu var ki, işte burada işler hem heyecanlı hem de biraz korkutucu hale geliyor. Her zaman tedbirli olmak gerek. Yerleşimden uzak bir yerde kamp kurduysanız, (işletme kamp alanlarında yabani hayvan çok düşük bir ihtimal) yemeği kamp alanından uzakta saklamak gerekli, yabani hayvanlar genelde insan sevmez ama hazır yemek kokusuna merak duyabilirler. Ama dürüst olmak gerekirse içimde hep şu fikir var: “Ayı göreyim ama ölmeyeyim.” Neşeli Günler Atma Ziya’nın sesi yankılanıyor. Ayılarla boğuştum, kaplanlarla güreştim. :)

Çünkü doğada bir ayıyı görmek, bir yandan “Vay be, doğanın tam ortasındayım” dedirtiyor, diğer yandan da “Hayatta kal” diye düşündürüyor. Tam anlamıyla doğanın gerçeğiyle yüzleşiyorsunuz. Eğlenceli mi? Kesinlikle. Tehlikeli mi? Şakaya gelmez. Ne şeytanı görelim ne salavat getirelim. İnşallah burdan linç yemem. İşte kamp böyle bir denge işi.

Dağların Peşinde

Türkiye’de kamp yapmayı en sevdiğiniz yerler nereler? Henüz keşfetmediğiniz, mutlaka gitmek istediğiniz bir kamp alanı var mı?

Türkiye’nin her karışı, büyük bir zenginlikle donatılmış. Henüz çok fazla yeri keşfetme şansı bulamadım ama gördüklerim arasında beni en çok etkileyen yer, hiç tereddütsüz, Rize-Artvin sınırındaki Kaçkar Dağları oldu. Orada geçirdiğim zaman, sadece küçük bir kısmına şahit olmama rağmen, adeta başka bir dünyaya açılan bir kapının önünde durmuş gibi hissettirmişti. O manzaralar, insanın gözleriyle değil, ruhuyla görmesi gereken birer sanat eseri gibi. Sislerin arasında yükselen zirveler ve her şeyi yutan  sessizlik hakimdi, sanki oraya ilk kez ben ayak basmışım gibi..her adımımda kendimle buluştuğum bir yolculuk gibiydi. O manzaralarda attığım her adım, hem dışarıda hem de içimde bir iz bırakıyordu.

Ben kesinlikle bir dağ insanıyım. Bu yüzden Karadeniz Bölgesi’nde Kaçkar Dağları, Karçal Dağı gibi yerler hep ilgimi çekiyor. Bunun dışında, Muğla’daki Latmos (Beşparmak Dağları), İspir Yedigöller, Emli Vadisi ve Bolkarlar, gidip karış karış yürüyüp kamp kurmak istediğim yerler arasında. Her biri, büyüleyici manzaralarıyla insanı hem doğanın gücüne hem de kendi iç dünyasına hayran bırakıyor. Henüz keşfetmediğim bu yerlerde, o zirvelerin çağrısını duymak ve manzaranın büyüsüyle heybeme katacağım maceralar için sabırsızlanıyorum.

Doğa insanın en büyük ilhamı

Doğa etkinlikleri ve kamp deneyimlerinin kültürel üretim üzerindeki etkilerini nasıl değerlendiriyorsunuz? 

Doğa etkinlikleri ve kamp deneyimleri, aslında kültürel üretimin en saf ilham kaynaklarından biri. Doğada vakit geçirmek, insanı hem kendisiyle hem de çevresiyle yeniden bağ kurmaya teşvik ediyor. Bu bağ, ister sanat olsun ister fikir üretimi, her alanda insanın yaratıcı gücünü tetikliyor. Çünkü doğa, insanlara karmaşık olmayan ama derin mesajlar veriyor: akarsuların akışı, ağaçların kök salışı ya da rüzgarın taşıdığı ses… Bunlar, hayata ve üretime dair en güçlü metaforları içinde barındırıyor.

Ayrıca doğa etkinlikleri, insan ilişkilerinde de yeni bir dil yaratıyor. Kamp ateşi etrafında paylaşılan hikayeler ya da zorlu bir patikada verilen destek, insanları birbirine yaklaştırıyor ve birlikte üretmeye teşvik ediyor. Bu deneyimlerde, şehir hayatının dayattığı bireysellik yerini dayanışmaya bırakıyor. İşte bu da toplumsal kültürün temel taşlarından biri olan paylaşım duygusunu yeniden canlandırıyor.

Öte yandan, doğanın içinde bulunmak insana sahip olduğu ve kaybetmek istemediği değerleri hatırlatıyor. Örneğin, doğada bir gece geçirmek, bir yıldızlı gökyüzünün bile ne kadar büyük bir nimet olduğunu fark ettiriyor. Bu farkındalık, sanattan edebiyata, tasarımdan günlük yaşam alışkanlıklarına kadar her alanda kendini gösteriyor.

Sonuç olarak, doğa etkinlikleri ve kamp deneyimleri sadece bireysel değil, toplumsal düzeyde de kültürel üretimin çok güçlü bir tetikleyicisi. İnsanlar, doğanın içinde hem yaratıcı hem de daha bilinçli hale geliyor. Doğadan kopmuş bir üretim kültürünün eksik olacağına inanıyorum. Çünkü doğa, insanın hem ilham kaynağı hem de en büyük öğretmeni.

Bir kamp etkinliği, katılımcıların doğa ile bağ kurmasının yanı sıra kültürel bir deneyime dönüşebilir mi? Bu dengeyi nasıl sağlıyorsunuz?

Elbette bir kamp etkinliği, katılımcıların doğa ile bağ kurmasının yanı sıra kültürel bir deneyime dönüşebilir. Bu dengeyi sağlamak için yerel tatları deneyimlemek, bölgenin tarihini ve kültürünü anlamaya yönelik sohbetler içinde olmak önemli. Ayrıca, rehber eşliğinde o bölgeye özgü bitki örtüsünü tanımak, bölgenin tarihi hakkında bilgi edinmek gibi aktiviteler de kültürel bağlamı güçlendirebilir. Biz ekip olarak Bursa içinde faaliyet gösteriyoruz, ancak şehir dışına çıktığımızda doğanın ve kültürün bir araya geldiği daha kapsamlı programlar planlamaya çalışacağız. 

Doğanın Şifası

Günümüz şehir hayatında doğadan kopmuş bireyler için kamp ve doğa etkinliklerinin iyileştirici etkileri hakkında ne düşünüyorsunuz?

Farkında olmadan bunun eksikliğini yaşıyor olabilir insan.  Araştırmalar, doğanın stres, anksiyete ve depresyon gibi çağımızın yaygın sorunlarına karşı bir nevi şifa olduğunu kanıtlıyor. Bu noktada, ekoterapi kavramı öne çıkıyor. Doğayla temas, stres hormonu olan kortizol seviyelerini düşürürken, beyindeki mutluluk hormonu dopamin üretimini artırıyor. Orman banyosu, bahçecilik terapisi veya açık hava meditasyonu gibi yöntemlerle ekoterapi, bireylerin modern hayatın yarattığı yüklerden arınmasına yardımcı oluyor.

Doğada bulunmak, insana yaşamın döngüsünü ve gücünü hatırlatıyor: her gün yeniden doğan güneş, toprağı delip geçen bir mantar, ölen bir ağacın başka canlılara yaşam alanı olması… Tüm bu mucizeler, insanın kendi varoluşunu ve doğanın bir parçası olduğunu yeniden fark etmesini sağlıyor. Doğa, insanı siyah-beyazdan alıp yüksek kontrastlı bir hayata davet ediyor. Bence, depresyon bile bu şöleni gördüğünde neşelenir.

Ekoterapi sadece bireysel değil, toplumsal düzeyde de olumlu etkiler yaratabilir. Doğada geçirilen zaman, insanda empatiyi artırır, insanları çevreye ve birbirine karşı daha duyarlı hale getirir. Kamp veya doğa yürüyüşleri sırasında edinilen farkındalıklar, kişinin sadece kendi yaşamına değil, toplumun geneline de katkı sağlayacak dönüşümler yaratmasını mümkün kılar.Bu yüzden doğada vakit geçirmek son derece önemli. 

Doğayla büyümek gerekiyor doğadan uzak değil!

Gelecek nesillere doğa sevgisi aşılamak için sizce en etkili yöntem nedir?

Bir şeyin büyüdüğüne ve geliştiğine yaş aldıkça tanık olmak, doğa sevgisini aşılamak için en etkili yollardan biri. Ben çocukken babam, hiç kullanılmayan bir araziye incir fidanları dikmişti. Babamın bunu bilinçli bir şekilde yaptığını sanmıyorum ama o fidanların üstünde büyüdüm ben. Tabii ki etkisi oldu. Ne kadar çok meyve verdiklerini bile hatırlıyorum. 

Ancak sadece fidan dikmek yetmez; belki de sorumluluk vermeliyiz. Bir fidanı günden güne büyütme, onu yaşatma ve koruma fırsatı tanımalıyız. Yeşertmek ve canlı tutmak, bizim elimizde olan bir şey. İnşa ettiğin bir şeyi yıkmak istemezsin; aksine, korumak ve büyütmek istersin. 

Bizde aman çocuğum üstün başın temiz olsun algısı da var. O deterjana, çamaşır makinesine neden para verdik bilmiyorum. Motor becerileri dahil, gelişimde pek çok şeye malzeme tanıyacak geniş bir alan doğa. Düşecek, kalkacak, çamur yenen bir şey değil öğrenecek. Okullarda keşke bu bilinci deneyimleyerek öğrenme fırsatları olsa. Birbirlerinden etkilenirler mesela. Tableti elinden alıp doğada koşturmaya teşvik etmek elbette zor olacaktır. Belki de sevmeyebilirler. Ama denemek lazım. Bu bilinci kazandırdıktan sonra yönelimlere elbet etki edecektir. 

Yakın zamanda düzenlemeyi planladığınız doğa etkinliklerinden biraz bahseder misiniz?

Yaklaşan etkinliklerimizden biri, zorlu kış koşullarında gerçekleştireceğimiz bir kar kampı olacak. Dize kadar karın içinde çadırlarımızı kurup, hafta sonunu doğanın en çetin şartlarında geçirmeyi planlıyoruz. Bu, ekibimizin ilk kar kampı ve gerçekten heyecan verici bir meydan okuma olacak. Bu tür deneyimlerin yıllar sonra anlatılacak pek çok hikâye bıraktığını biliyoruz.

Bir diğer planımız ise bahar veya yaz başında ‘merhaba kampı’ düzenlemek. Amacımız, doğanın içinde daha farklı ve derin bağlar kurulabileceğini göstermek. Büyük bir kalabalığı ağırlayarak, katılımcılara eğlenmenin, paylaşmanın ve doğayla bütünleşmenin başka yollarını deneyimletmek istiyoruz. Sizi de bu etkinlikte görmek isteriz! Böylece, eğlenceli olduğu kadar kültürel bir deneyimi de birlikte yaşarız. Ne dersiniz?

Doğa hayatını teşvik etmek ve bu yaşam tarzını daha geniş kitlelere ulaştırmak için sosyal medyanın rolü nedir? Sizce bu platformlar insanları doğaya yaklaştırıyor mu, yoksa uzaklaştırıyor mu?

Benim için süreç, doğayı yaşamaya başladıktan sonra bunu paylaşmaya dönüştü. İlk zamanlar sosyal medya kullanmıyordum. İlk kampımı yaptığım arkadaşım, sürekli “Bu kadar güzel yerlere gidiyorsun, neden paylaşmıyorsun?” diye beni ikna etmeye çalışıyordu. Samimiyeti önemsediğim için başlarda bu fikre direnmiştim ve açıkçası sosyal medyaya ayak uydurmak da kolay olmamıştı. Ancak bir süre sonra paylaşmaya başladım ve çevremdeki insanların tepkileriyle yüzleştim. Özellikle “kız başına dağa çıkıp ne yapacaksın” gibi söylemlerle karşılaştım. Ne istediğimi bildiğim için aldırış etmedim işin aslı. 

Paylaşmaya başladıkça benim gibi hisseden ve düşünen insanlarla tanıştım. Bu, ufkumu daha da genişletti. Sosyal medyanın insanlara sunduğu şey, bazen 1 dakikalık videodan ibaret gibi görünebilir. Ancak o video, bir seçenek sunar ve doğru kullanıldığında insanları doğayla buluşturabilir. Ben, sosyal medyada satın alınacak bir şey değil, fark edilmesi gereken bir yaşam tarzı sunuyorum. Bu anlamda, sosyal medyanın beni olumsuz etkilediğini düşünmüyorum. Doğada vakit geçirirken zaten telefonla ilgilendiğim süre oldukça sınırlı, çünkü o anları yaşamak benim için çok daha değerli.

Bazı insanlar, sosyal medyada bir manzarayı paylaştığınızda insanların oraya gidip çöp atarak, tahrip ederek doğanın yapısını bozduğunu düşünüyor. Ancak ben, insanın severek koruma bilincine varacağına inanıyorum. Her ne kadar yanıldığımı kanıtlayan pek çok etken olsa da, doğayı gizlemek yerine daha çok insanın tanımasını, sevmeyi öğrenmesini ve bu sevgiyi sorumluluğa dönüştürmesini hedeflemek gerek. Şahsen, paylaşımlarımın doğaya zarar değil, koruma bilinci oluşturacak bir sevgi zinciri yaratmasını umuyorum.

Sosyal medya üzerinden doğayı tanıtmayı eleştirenler olabilir, ama ben bu eleştirilere katılmıyorum. Kamp kuracağımız alana ulaşmak için kilometrelerce yürüyoruz; bu azmi bir “şov” olarak görene bir şey kanıtlayamazsınız. Doğanın içinde nötrleniyorsun. İster paylaş, ister paylaşma; doğanın verdiği iyilik ve huzur zaten paylaştığın şeyleri etkiler. Elbette sosyal medyanın bazı negatif yönleri olabilir, ama ben bu yönlere odaklanmak yerine doğayı ve onun güzelliklerini daha çok insanla buluşturmanın değerine inanıyorum.

Doğaya Adım Atmak

Doğa hayatına yeni adım atanlar için ne gibi tavsiyelerde bulunmak istersiniz? Nelere dikkat etmeliler?

Ne yapmanız gerektiğini fazla düşünmeyin. İlk adım, istemek ve doğanın size sunduğu deneyimlere açık olmaktır. Üstelik ormanlara giriş bedava! Bu, aslında bir ölçüye kadar herkesin yapabileceği bir şey. Elbette istisna durumlar olabilir, ama doğanın kapıları hepimize açık.

Yakın çevrenizde keşfedilecek yerler mutlaka vardır. Bazen bir park, bazen önünden geçtiğiniz ama fark etmediğiniz bir manzara… Bunları araştırın. Doğa size her zaman bir şey sunar, yeter ki görmeye niyetlenin. Ve ille de tek başınıza çıkmak zorunda değilsiniz. Dağcılık kulüpleri ya da doğa yürüyüşü organize eden topluluklar, hem güvenli hem de eğlenceli bir başlangıç için harika bir fırsat. Bu konuda makul fiyatlı pek çok seçenek bulabilirsiniz. 

Ailenizi ikna etmeniz gerekiyorsa, birlikte deneyimlemeyi düşünün. Onların fikirlerine etki etmenin ve aynı zamanda birlikte keyifli zaman geçirmenin en iyi yolu, doğa. 

Bir başınıza dağlarda ne aradığınızı soran olursa, define arıyorum dersiniz. Şaka olduğunu belirtin ama açıklama yapmayın. İnsanlar konuşur bazen sadece meraktan. Gerçekten anlamak isteyen daha derin bir soru soracaktır. Onu ikna ederseniz yol arkadaşınız tamam. 

Yorum Yaz