Litros Sanat
Türkiye'nin Dijital Kültür Sanat Gazetesi
Yıllardır minyatür alanında akademik çalışmalar yapan ve eserler veren, aynı zamanda biyolog olan kıymetli sanatçı Zaliha Erdoğan Peçe şubat ayında Arthan’daki ilk kişisel sergisiyle sanatseverlerle buluştu. Minyatürün resimle birleştiği sergi, eserlerin temalarıyla da ilgi çekiciydi. Zaliha Erdoğan Peçe’yle Kusurlu Bağlantı isimli sergisinden yola çıkarak minyatür sanatı ve onun sanat anlayışıyla ilgili küçük bir şöylesi gerçekleştirdik.
Detaylarla, nakışlarla dolu, incelikli bir sanat olan minyatürle yollarınız nasıl kesişti? Minyatür sizin için neden değerli?
Minyatürle ilk karşılaşmam lise döneminde, Milli Eğitim Bakanlığının tarih dersi için hazırlamış olduğu müfredat kitapları sayesinde oldu. Sayfalar arasında gezinirken rast geldiğim bu rengarenk resimler dinamizmi, çoklu görme biçimi ve figür stilizasyonları ile beni kendine hayran bıraktı. Ancak bu ilk karşılaşma anı uzun süre bir güzelliği temaşa etme deneyiminden öteye geçme imkânı bulamadı. 2005 yılında tesadüfen rast geldiğim uygulamalı minyatür eğitimi veren bir kurs ilanı ile yolculuğumun güzergahı pasif izleyicilikten aktif sanat üreticiliğine evrildi. Alaylı olarak başladığım bu üretim biçimi akademiye başlayıp sembol ve imge çalışmalarına yönelmem ile birlikte akademik bir düzleme oturdu. Minyatür okumalarına giriştiğim bu süreç, bu tasvirleme biçiminin bir görsel temaşa sanatı olmaktan öte yüzyılların belleğini taşıyan, bu belleği semboller ve imgeler aracılığıyla zamanlar ve coğrafyalar arasında dolaşıma sokan anlam katmanları barındırmış olduğunu müşahede etmemi sağladı. Bu farkındalık imge ve sembollerin dünyasına ve onların geçiş güzergahlarının takibine yönelmem konusunda itici bir güç oluştururken süreç içerisinde elde ettiğim çıktılar imge ve sembollerin dolayısı ile sanatın insanlık tarihi içerisinde birleştirici bir ırmak, ortak bir kod ve ortak bir dil olduğunu gösterdi. Sonrasında bu dili sanat pratiğime de aktarmaya çalışarak gelene eklenen bugünün nabzını da taşıyan kendime ait yeni bir sanat dilini inşa etme adına çalışmalara başladım. Bugün yapmış olduğum yapıtlarda bu dilin varlığı kendini aşikâr etmekte.
Pasif bir izleyici olarak başladığım bu yolculuk gerek alana dair kaleme almış olduğum akademik yazılarım gerekse sanatsal üretimlerimle alana dair aktif katkı sunan bir pozisyona dönüşüverdi.
Bana göre minyatür ve dahi sanat, kişiye tüm zamanları birleştiren bir kültürel nehrin içerisinde estetik bir ritimle akma ve bu aktarımın bir parçası olma imkânı vermekte. Bu ise ritüellerin yok olduğu bir düzenden nezaketin ve zarafetin hâkim olduğu geçmişin ritüeller dünyasına ve bu dilin keşfine yol açmakta. Bu keşif insanlık tarihi içerisinde farklı coğrafya ve farklı zaman dilimlerinde neşet eden ortak imgelerin varlığını deneyimleme fırsatı sunarken bireyi içine düştüğü insanlık unutkanlığından çekip çıkarır, bu akışkan ortak dilin şahitliğine imkân vererek onun unutulduğu yerden gün yüzüne çıkarılmasını sağlar. Bu hatırlama biçimi bana kalırsa çatışmalarla beslenen günümüz dilini delip geçme potansiyeline sahip olması ile insanlık için birleştirici ve iyileştirici bir ortak dilin mümkün olabileceğine dair umudu yeşerten bir yön içeriyor. Sanatın görsel tatmin sahası olmaktan öte iyileştirici potansiyele sahip olduğunu gözler önüne seren bu durum sanatın ve özelde de minyatürün (tasvir, nakış resim) varlığının önemine işaret ediyor zannımca.
Kişisel tarihim açısından ise minyatür ve dahi sanat, koşmadan, tüketmeden, kendimi ve evreni keşfetmeye yönelik bir başka yolu deneyimleme imkânı sağlamış olması açısından ayrıcalıklı bir değere sahip.
Çağın en büyük toksikliği kadim bilginin unutturulmuş olması
Aynı zamanda bir biyolog olarak insan, bitki, hayvanlar, organizmalar ve dünya arasında bir bağlantı kuruyorsunuz. Bu ağlar nasıl çıkıyor karşınıza?
Evrende hiçbir var oluş biçimi birbiri ile bağlantısız olmadığı gibi bir de dolaşıklık halindeler bana kalırsa. Farklı tezahürlerin tek ve eşsiz bir hakikati, ortak bir sözü vücuda getirmek üzere birbirleri ile bağlantılandıklarına, dolanık halde olduklarına inanıyorum. Varlıkların (cemadat, nebatat, hayvanat) birbirinden sudur ettiği bir evrende birbiri ile bağlantısız tek bir zerreden bahsetmek mümkün değil gibi. Her bir varlığın temelinde aynı ortak birimin (proton, nötron ve elektrondan oluşan bir atom birimi) olduğu ve bu varlıkların aynı birimin farklı varyasyonları olduğu düşünüldüğünde de vardığımız yer aynı aslında. Çağın en büyük toksisitesi sanırsam ki varlıklar arasındaki bağın koparılarak evrendeki ortak dilin mevcudiyetine dair kadim bilginin unutturulmuş olması. Bahsi edilen unutkanlık, birlikte bir bütünü oluşturan her bir zerrenin müstakil bir unsur haline dönüşmesine, bütünden koparılarak yalnızlaşmasına yol açmakta. Bir dünya kaybına yol açan bu durum her bir parçanın tek bir katmana indirgenip parça ve bütün arasındaki bağlantıların yok edilmesine sebebiyet vermekte. Bu sığlaşmış iklimin yansımaları sanat da dahil her türlü ortamda yoğun bir biçimde müşahede edilmekte. Dolayısıyla yukarıda saymış olduğunuz disiplinler arasındaki bağlantıyı kurma biçimim hatırlama ile mümkün oluyor benim için. Hatır, hatıra ve bellek kavramları bu yoldaki adımlarımda bana mihmandarlık ediyor. Şunu diye bilirim ki hatırlayabildiğimiz ölçüde her biri farklı disipline aitmiş gibi düşünülen unsurların ezelden beri birbiri ile bağlantılı oldukları gerçeği ile karşılaşıp yüzleşme imkânı bulabiliriz.
Klasik sanatlarımızdan biri olan minyatür alanında geleneksel çizgileri güncel bir dil ve formla sentezleyerek eserler veriyorsunuz. Geçmiş ile şimdi arasında kurduğunuz bu bağlantı geleneksel sanat anlayışı penceresinden bakıldığında ilk kişisel serginizin adına atıfta bulunursak eğer kusurlu bir bağlantı olarak görülüyor mu?
Günümüzde sıklıkla birbirinin varlığına tehdit oluşturan iki karşıt kutupmuşçasına geleneksel sanatların karşısına çağdaş sanatların çağdaş sanatların karşısına ise geleneksel sanatların konumlandırıldığına şahitlik etmekteyiz. Kültürel hafıza kaybının yol açtığı bu ötekileştirici tutum geleneksel ve çağdaş sanatlar arasında bir suni çatışma ortamı yaratarak geleneksel olanı kendi zamanının nabzını tutamayan, boşluk doldurucu tezyini bir disipline indirgeyerek çağdaş alanın dışına atmakta. Oysa sanat tarihine bakarsak 20. yüzyıla değin sanat üretimlerinde çağdaş ve geleneksel şeklinde bir ikiliğin olmadığı, geleneksel sanat çatısı altında kategorize edilen yapıtlar da dahil her sanatsal üretimin kendi zamanının çağdaşı olarak döneminin ihtiyaçlarına cevap vermek üzere yapıldıkları görülür. Behzad’ın, Nigari’nin, Nakkaş Osman’ın, Nakşi’nin, Levni ve diğerlerinin yapmış olduğu minyatürlerin hepsi kendi döneminin çağdaşıdır ve bünyelerinde zamanlarının izlerini barındırırlar. Kimse bu minyatürlerin kendi döneminin çağdaşı olmadığına dair aksi bir beyanda bulunamaz.
Çağdaş ve geleneksel sanatları niteleyen kelimelerin etimolojisi incelendiğinde de bu ikisinin birbirinin zıddı ve alternatifi olamayacağı aşikardır. Çağdaş sanat denildiğinde akla gelen ilk kavram “contemporary” dir. Kelimenin etimolojisine bakıldığında (con: birlikte, tempus: zaman) bu kavramın zamanların birlikteliğini ifade ettiği görülür. Gelenekli (gelen-ek) sanattan bahsedildiğinde ise gelene-eklenen bir sanat pratiğinden bahsediyoruz ki bu da gelenekli (geleneksel) sanatların tüm zamanları birleştiren bir üretim biçimi olduğunu gözler önüne serer. Bu bağlamda gelenekli sanatları vadide kıvrılarak yol alan bir akar suya benzetebiliriz. Geçmişten bugüne ve bugünden de geleceğe doğru akmakta olan bir akar suya. Bu akarsu içerisinden akıp geçtiği her güzergahın tecrübesini, tınısını ve rengini de bünyesine katıp yolculuk boyunca mütemadiyen değişip dönüşen dinamik bir organizmadır. Vakti geçmiş olanı değil tüm zamanları bünyesinde barındıran, geçmişi, bugünü ve gelmekte olanı kendisine ekleyen bir yapıya, süreklilik arzeden bir dile sahiptir. Tüm zamanların deneyimleri, hafızları ve bilgileri ayrı ayrı katmanlar halinde bu dilin içerisinde yaşamaya devam eder. Ve tam da bu sebeple gelenekli (geleneksel) olan contemporary (çağdaş) dir ve öyle olmak zorundadır. Zamanlar arasında akmakta olan bu dilin varlığını daha önce de belirtmiş olduğum gibi sembol ve imge takipleri üzerinden müşahede etmek mümkün.
Kimi çevrelerce geleneksel sanat disiplininin çağ dışı olduğu, zamanın nabzını tutmadığı yönünde bir anlayış kabul görmekte. Bu yanlış algının sebebi geleneksel sanatların tarihsel sürecine vakıf olmadan bu sanatı günümüzün kimi yanlış uygulamalarına indirgeyip onun üzerinden genellemeci bir yargıya varmaktan kaynaklanmakta. Bu bağlamda muhafaza etmek kavramı ile bağlantılandırılan geleneksel sanatlarda muhafaza edilenin ne olması gerektiği konusunda yanlış bir algının olduğunu düşünmekteyim. Muhafaza edilmesi gereken bu sanatın dinamiklerinde yatan anlatım dili ve görme biçimi olmalıdır. Ancak günümüz uygulamalarında muhafaza edilen geçmişe ait dondurulmuş formlardır. Ki bu donmuş formlar zamanımıza söyleyecek bir sözü olmayan plastik değeri yüksek, göze hitap etme dışında başka bir gayesi ve becerisi olmayan, zanaata indirgenmiş pürüzsüz üretimlerdir. Oysaki bu sanatın en güzel örneklerinin verildiği klasik olarak adlandırılan 16. yüzyıla ait formları muhafaza edip defaten tekrar etmek, formları bulunduğu yüzyıldan koparıp günümüze bir kolaj malzemesi yapmak katiyen bir gelene eklenmek pratiği değildir. Bu üretim biçimi olsa olsa kötü bir kolaj olmaktan öteye geçemez. Oysa tarihi süreç içerisinde neşet etmiş her geleneksel sanat üretimi kendi zamanının çağdaşıdır ve zamanı ile diyalog halindedir. Zamanının ihtiyacına binaen icra edilmişler, kendi zamanına söyleyecek sözleri olmuş bünyelerinde kendi zamanının izlerini ve hafızalarını barındırmışlardır.
Geçmiş ile şimdi arasında kurmuş olduğum bu dil tam da tüm zamanları birleştiren, gelene eklenmenin deneyimini barındıran, bugünün meselelerine geleneğin dilini kullanarak işaret eden bu bağlamda da geleneksel sanatlara kusurlu değil doğru bir bağlanma pratiği zannımca. Bu sanat pratiğinin ne şekil bir bağlanma olarak değerlendirildiği ile ilgilenmiyorum doğrusu. O kısım benim meselem değil zira sanat kim nasıl düşünür endişeleri ile yol alınacak bir mecra değil bana göre. Bu pratiği bir önerme olarak sanatseverler ile buluşturdum. Bundan sonra da kendi üstümden atlayarak bu dili devam ettirmenin yollarını aramaya çalışacağım.
Kusurlu Bağlantı isimli serginizde geleneksel ile güncel arasında bir uyum yakalamış, birçok şey söylemişsiniz. Sinek, elma, cetvel, tartı, villuslar önemli bir karakter olarak karşımıza çıkıyor. Gazze için yaptığınız eserlerse sanatçının yaşadığı çağın sorunlarını, duygularını yansıttığını gösteriyor. Zaliha Erdoğan Peçe sanatı ile neler söylemek istiyor bu yüzyıla?
Sanat benim için bir güzel arayışından çok bir yol bulma ve şifalanma serüveni. O sebeple sanat pratiğimde güzele öykünmenin kolaycılığından kaçınmaya özen gösteriyorum. Zira sanat gözlerini var olan meselelere kapatıp güzelleme yapmak yerine olana işaret etmeli. Ancak bu işaret etme biçimi asla karamsar değil çözüme odaklı bir dil içermeli. Zira umutsuzluk dilinin bir üst akıl tarafından mütemadiyen sisteme pompalandığını düşünmekteyim. Bana göre bu dil bizleri uyuşturup eyleme geçme konusunda pasifize etmekte, potansiyelimizi pozitif yönde dönüştürücü bir eylem olarak açığa çıkarma konusunda kendimizle aramıza bir bariyer çekmekte. O sebeple güzelleme yapmak yerine pürüzlere işaret etmek ama asla uyuşukluğa sebebiyet verecek bir umutsuzluğa yol açmayan, devrimci bir eylemi tetikleme potansiyeline sahip biricik bir sanatsal dili var etmek amacındayım. Bu dilin biricikliği de ancak ve ancak bireysel katmanlarımızı bu dile dahil etmekle mümkün. Kendim için hedeflediğim bu yolda kendim gibi kalarak, kendi alfabemle, geçmişin bakiyesini de kendime eklemleyerek var olan sorunlara yapıcı bir dil ile işaret etmek hedefindeyim. Zira bu yolculukta sırtımı sanatın dönüştürücü ve birleştirici yanına yaslıyorum. Mütemadiyen üretimin pompalandığı, niceliğin niteliğin önüne geçtiği, çok görünür olanın makbul sayıldığı, baş döndürücü hıza ayak uyduramayanların sahanın dışına fırlatıldığı bir sisteme alternatif olarak niteliği önceleyen, iyileştiren, sağaltan, yavaşlatıp dur diyen bir sanatsal yürüyüş ile direnmeyi öneriyorum. Gerçek bir sanat üretimi bana kalırsa olmama, yapmama jestinin sağladığı sükunette yeşerir.
Çalışmalarınızı “gelene eklenme pratiği” olarak adlandırıyorsunuz. Sanatsal üretimlerinizde gelene eklenirken hangi metodları kullanıyorsunuz?
Gelene eklenebilmek için öncelikli olarak gelenin diline dair arkeolojik bir kazı yapmak gerek. Bu dili bilmeden bir eklenme pratiği gerçekleştirilemez. O sebeple uzun yıllardır sembol ve imgeler üzerine araştırmalar yapıp minyatürlerde sembol ve imge okumaları yapmaktayım.
Bu dili öğrenme yolunda okumalar yaparken minyatürlerde görünenin ardına maharetle saklanmış olan anlam katmanlarının varlığı sanatsal yolculuğumda bana ışık oldu. İncelemiş olduğum minyatürlerde nakkaşların metinden azade, metinden fazlasını içeren bir örtük anlatım dilini geçmişten gelen bakiye ile inşa ettiklerine şahitlik ettim. Bu şehadet hali geleneğin ne olduğu, geleneğe eklenme pratiğinin hangi metotlar üzerinden mümkün olabileceği hakkındaki zihnimde mütemadiyen dönüp durmakta olan sorulara dair çıkış yolunu bulmamı sağladı diyebilirim. Geleneğe eklenme bir görsel şemanın tekrarı değil sembol ve imgelerden müteşekkil bir anlatım dilinin ikamesidir. O sebeple çalışmalarımda bu dili devam ettiren bir anlatımı sürdürmeye çalışıyorum. Bir not olarak belirtmek isterim ki bu yol üzre akarken sembol ve imgelerin coğrafyalar arasında akışkan bir seyir izlediği dikkatimi çekti. Hal böyle olunca şunu söyleyebilirim ki bu dili bilmek ve devam ettirmek coğrafyalardan azade bir ortak insanlık diline eklenmenin de deneyimi oluyor aslında.
Sembol ve imgelerden oluşan bu dil dışında gelene eklenebilmek için minyatürün zamanı, mekânı ve maddeyi kıran çoklu görme biçimine de vakıf olmak gerek. Farklı zamanları bir arada resmeden, mekandaki iç ve dış algısını yok eden, unsurların birbirlerine göre konumlarını baz almayıp onları gözün hükümdarlığından kurtaran bu özgür görme biçimini devam ettirmek gelene eklenebilmenin bir diğer yolu.
Türkiye’de geleneksel sanatlara özellikle de minyatüre ilgiyi nasıl buluyorsunuz?
Geleneksele ve özelde de minyatüre olan ilgi oldukça fazla diyebilirim. Alana dair verilmekte olan uygulamalı eğitimlerin yaygınlığı, bu eğitimlere ulaşılabilirliğin kolaylığı, geleneksel sanatlar alanında yapılan yarışmaların çoğalmasının üretimi teşvik etmesi gibi sebepler ilgiyi daha da arttırmakta.
Sanat yolculuğunuzda size eşlik eden sevdiğiniz nakkaş ve ressamlar kimlerdir?
Hieronymus Bosch, Pieter Brueghel, Jan Brueghel, William Turner, Anselm Kiefer, Nuri İyem, Yüksel Arslan ilk çırpıda aklıma gelen isimler. Bu arada minyatürleri ile nakkaş Kemâleddin Bihzad’ın, bir ekol olarak da İlhanlı ve Babür dönemi minyatürlerinin bende özel bir yeri var.
Yorum Yaz