Hat Sanatının Gönüllü ‘Çelebi’si

PORTRE Özcan ÜNLÜ Günümüzün “reisü’l-hattatin”i (hattatların reisi) Hasan Çelebi, kanatları altında yetiştiği iki büyük burç olan Hamid Aytaç ve Kemal Batanay’ın izinden yürümeyi sürdürüyor. Seksen dört yaşında olmasına rağmen kalemi elinden düşürmüyor. “Allah rızası için” kapısına gelen herkese hat sanatını öğretmek için mesai harcıyor. Sanki Kemal Batanay ve Hamid Aytaç gibi iki burcun rahle-i tedrisinden geçmemiş… Sanki onlarca talebeye dokunmamış… Sanki yüzlerce eser üzerinde kamış oynatmamış biri gibi… Yüzüne doğuştan yerleşmiş tebessümü, dudağına iliştirilmiş ‘efendim’i, göğsünden taşan tefekkürü ile neredeyse bir asra yaklaşmış ömründe razı olunanlar silsilesine erişmek için ömrünü bereketlendiriyor. Erzurum Oltu gecelerinin serinliğinin aksine, sımsıcak bir tebessüm olarak kalp burçlarında gezinen bu güzel insan, yani “reisü’l-hattatin”, yani Hattat Hasan Çelebi… Derin ve engin klasik hat sanatımızın yaşayan üstadı sayılan Hasan Çelebi, Tahsin Efendi ile Sâkine Hanım’ın evladı olarak 1937 yılında Erzurum’un Oltu İlçesi’ne bağlı İnci köyünde dünyaya geldi. Okuma-yazmayı öğrenirken, bir yandan da Kur’an-ı Kerim’i hıfzetti. 1954’te dinî eğitim almak üzere İstanbul’a gitti. Üçbaş ve Çinili medreselerinde Arapça ve din dersleri aldıktan sonra 1956’da müezzin olarak Üsküdar Mihrimâh Sultan Cami’ne tayin edildi. 1957-1958 yıllarında askerlik görevini ifâ edip döndükten sonra da Üsküdar’daki Nasuhî Mehmed Efendi Cami’nde imâmlık yapmaya başladı. Geleneksel Meşke Devam 1960 askeri darbesinin ardından İstanbul’dan ayrılarak, müezzinlik yapmak üzere Artvin’in Yusufeli ilçesine gitti. 1963 yılında tekrar İstanbul’a dönüp Üsküdar’daki Mehmed Said Efendi Cami’nde imam olarak göreve başladı. Ertesi yıl nakledildiği Şeyh Cami’nde on yıl görev yaptıktan sonra, Selâmî Alî Efendi Cami’nin imamlığına getirildi. Senelerce burada görev yapan Çelebi, 1987’de kendi arzusuyla emekliye ayrıldı. Günümüzün “reisü’l-hattatin”i olarak kabul edilen, halen yazı çalışmalarını sürdüren, yurt içi ve yurt dışında çeşitli müstakil ve karma sergilerde eserleri izlenime sunulan üstad, geleneksel meşk konusunda zirve olarak kabul edilir. Onun hat sanatına sevdası neredeyse doğuştandır. Müezzin, kayyım, imam-hatip olarak görev yaptığı camilerde, vakti eriştikçe hat meşki yapmış, Allah vergisi kabiliyetini kendiliğinden geliştirmiştir. 1964 yılında Hattat Halim Özyazıcı ile tanışması hayatının dönüm noktası olmuştur. Ama onu asıl etkileyen ve hat ilminin merkezine çeken ustaların da ustası kabul edilen Hattat Hamit Aytaç üstadla tanışması olmuştur. İlk zamanlar, “İşim başımdan aşkın” diyerek heveskar genci kabul etmek istemese de ondaki istidadı gören Aytaç, sonraları kanatları altında yer açmıştır. Bir diğer tanışıklığı ise büyük bestekar ve hattat Kemal Batanay ile tanışmasıdır. Hamid beyden iki yıl boyunca nesih ve sülüs, Batanay’dan ise ri’ka ve ta’lik dersi almıştır. Kağıt Yok, Kalem Yok, Usta Yok Ustalarından aldığı teknik ve terbiye ile yetiştirdiği beş yüzün üzerindeki talebeleri dünyanın dört bir yanında klasik hat geleneğini sürdürmektedir. Hasan Çelebi’nin yüzlerce esere imza atmış, onlarca sergiye eserleriyle iştirak etmiştir ancak… Onu var kılan ve hayatının en büyük ‘mazhariyeti’ olarak kayıt düşebileceğimiz hizmetleri ise Mescid-i Nebi, Kuba, Kıbleteyn, Hz. Ebubekir, Hz. Ali mescitleri başta olmak üzere İslam’ın büyük mabedlerine hat yazma imkanı bulmuş olmasıdır. Düşünün Bir Kere… Erzurum Oltu’da bir çocuk. Henüz beş veya altı yaşlarında. Köyün camisine gidip gelirken duvarlarda yazılı Arapça harflere tutuluyor. O harfleri taklit etmeye başlıyor ve sonra bu harflere tutunuyor. Hayatını bu harflere adıyor. Kağıt yok o vakitler. Yazıları mısır gömleğine yazmaya çalışıyor. Kalem de bulunmuyor. Bulunsa hangi para ile alınacak?.. Savaştan çıkalı henüz otuz yıl olmuş. Dağlarda hala silah veya mühimmat bulunabiliyor. En çok mermi çekirdekleri. O çekirdekleri toplayıp ateşe koyuyor, içindeki lehimi eritiyor, bir tahtanın üzerine çizgi çekip bu lehimi çizgiye döküyor sonra da kalem (dökme kalem) olarak kullanıyor. Mısır koçanı gömleğindeki sert damarlar üzerine camilerde gördüğü hat yazılarını kopya ediyor. Kim anlardı ki yazdığı yazıları? Kim elinden tutup ona yol gösterebilirdi? Ta ki, 20’li yaşlarda İstanbul’a gelinceye kadar… Fakat İstanbul’a gelince de kimse ne yaptığını bilmedi, anlamadı. Görev yaptığı caminin üç yüz metre ilerisinde Hattat Necmettin Okyay hocanın oturduğunu söylemedi kimse ona. İlkokula bile gidememiş bu delikanlı yaptığı işin de pek farkında değil. O yüzden de cesaret edemiyor kimselerle paylaşmaya… Kırk Beş Günde ‘Sübhaneke’ İstanbul’a ilk geliş sebebi de ilim ateşi… Öyle ki, bulunduğu yere sığmıyor. İnci köyü ona dar geliyor. İlim tahsili için mutlaka büyük şehre, özellikle de İstanbul’a gitmesi gerektiğini söylüyor kalbi ona. O da doğru olanı yapıyor. 1954’te Karagümrük’te Üçbaş Medresesi’nde okuyor. Orada Kesikbacak İsmail Efendi’den talim dersi alıyor. Talime o kadar önem veriyor ki, ‘sübhaneke’yi tam kırk beş günde geçebiliyor! Biliyor ki, bütün sanatların en önemli harcı sabırdır. Kendisi öğrenirken sabırlı… Öğretirken de sabırlı talebe istiyor. Fakat günümüzün en büyük yitiği sabır. Hangi konuda olursa olsun, bir sanat icra etmeye başlayan genç kabiliyet hemen icazet almak istiyor, ustalığa terfi etmek istiyor. Diyor Ki Üstad: “Sanat, insanı rûhen olgunlaştırır elbette. Bunun için azim ve sabır gerekir. Mesela yazı yazdığın esnada yazılan metinler kişiye çok şey kazandırır. Kişi bazen derinlere dalar, kendini kaybeder, vecd hali yaşar. Saatlerin nasıl geçtiği anlaşılmaz olur. Tıpkı fezaya giden kozmonotlar için nasıl ki saat, yön, mekan ortadan kalkar ve kişinin ayağı yerden kesilirse bu işe dalan kişinin de ayakları yerden kesilir! İnsan, ayetleri hadisleri düşündüğünde o yazı ve yazının manalarıyla haşir neşir olur… Bir talebem benden hat meşkedip rûhen ve kalemen olgun hale gelince ona icazet veririm.” O yüzdendir ki, 1976 yılından bu yana hat sanatı öğretmiş olmasına rağmen icazet verdiği talebe sayısı 44’tür… Kur’an’ın Şerefi Söz Konusu Yazarken ‘vecd’ halindedir üstad. Çünkü Kur’an’ın şanı ve şerefi söz konusudur. Gayrimüslim bir hat talebesinin bile abdestli olarak meşke girmesi gerekir. Ama asıl önemli olan, “Allah rızası için öğrenmek niyetiyle gelenlere hattı öğretmesi”… Sadece işin yazı kısmıyla ilgilenmez Çelebi, “Kur’an İstanbul’da hem okundu hem de yazıldı” der. Bu konuda bir mücadele verir: “Araplarla cedelleştiğim iki konudan biri budur. Birincisi Hurûf-i Arabiyye değil Hurûf-i İslamiyye tabiri. Kur’an Arapçadır ama harfleri Arapça değildir. Harfler Keldani, Asuri ve Nebati denilen kavimlerin aralarındaki alışverişler için geliştirdikleri harflerdir. On sekiz harftir. Nebati yazı da oradan gelir. Onlar bunu geliştirdi. Araplar onlardan alıp geliştirerek yirmi dokuz harfe çıkardılar. Bu harfler bugün yetmiş sekiz harf oldu İslam ülkelerinde. Her ülke birkaç ilavede bulunmuş. Biz buna Hurûf-i İslamiyye (İslam harfleri) diyoruz. Bu tabir daha umumidir aynı zamanda. Türkiye, Mısır, İran, Endülüs, Malezya, Mağrib, Cezayir gibi ülkeler bu harflerin gelişimine katkıda bulunmuş. Dikkat edilirse bu adını saydığımız ülkelerin hiçbiri Arap ülkeleri değildir. Eğer Hurûf-i Arabiyye dersek bunu Ceziretül-Arab’a sıkıştırmış ve diğerlerinin emeğine yazık etmiş oluruz.” Kuala Lumpur, Amman ve daha pek çok yerde eserleri hayranlıkla izlendi. Özel koleksiyonlar eserlerini kayıt altına aldı. Sultanahmet Camii'nin restore edilen kubbe yazıları, Hırka-i Şerif Camii'nin kubbe yazısı, Kuveyt'teki İslam Tıp Merkezi'nin iç ve dış cephe yazıları, Hollanda'da bir caminin kuşak yazıları, Almanya Pfortzheim Fatih Camii, Güney Afrika Yuhannesburg Cuma Camii, Kazakistan Almatı Merkez Cuma Camii, Belçika Genk’teki Yunus Emre Camii, Mostar’daki Nezir Efendi Camii yazıları da üstadın dünyaya yayılmış izleridir. Seksen dört yıllık ömrünü hatla, sanatla, fikirle, tefekkürle geçirmiş büyük usta Hattat Hasan Çelebi’nin hayatından öğreneceğimiz daha pek çok şey var. Ve o bizi tenvir etmeye devam ediyor inşallah… GÜNDE OTUZ SAAT ÇALIŞMALI “Üniversitelerin çoğunda güzel sanatlar fakültesi var bugün. Buna rağmen sanatçı denilmeye layık kişilerin hemen hepsi usta çırak ilişkisiyle yetişenlerdir. Bu iş iki saatlik dersle falan olmaz. İyi bir hattat olabilmek için kişi günde otuz saat çalışmalıdır. Kazasker Mustafa İzzet Efendi’nin vecizesidir; ‘cumartesi yazısını tanırım’ diyor. O zamanlar cuma günü tatil imiş. Cuma günü kalemle haşir neşir olmadığı için cumartesi yazdığı yazılar biraz acemice oluyormuş. Onu tanırım diyor. Kalem elden düştü mü, yeniden sıcaklık kazanana kadar bir gün geçer. Bu durum diğer sanatlar için de geçerlidir. Ancak hat yazısı daha hassastır. Hocam, hep şu mısraı terennüm ederdi: ‘Kalem der ben şâh-i cihânem’. Sen bu tarafa dersin o başka tarafa gider.”   İKİ ‘KUTUP’TAN İCAZETLİ Hasan Çelebi, Hamid Aytaç’ın yaşlılığı nedeniyle çetin geçen meşk süreci sırasında yazıdaki maharetini arttırır. Hatta henüz icazet almadığı halde Karagümrük’teki Atik Ali Paşa Cami’nin yazılarını ıslah etmekle görevlendirilir. Mustafa Râkım Efendi’ye ait olan yazıları, gördüğü bir rüyanın verdiği şevk ile tamamlayıp gösterdiğinde, Hamid Aytaç son derece mutlu olur. Olaya şahit olan Necmeddin Okyay ve Kemal Batanay’ın telkinleri ile icazet için bir levha hazırlamasını isteyen Aytaç’ın, Yedikuleli Seyyid Abdullah Efendi’yi takliden yazdığı hilyesini tashih etmesi üzerine bir kez daha yazarak 1970 yılında icazetini alır. Kemal Batanay’dan da uzun süren ders gördükten sonra, Veliyyüddin Efendi’nin bir kıtasını takliden yazarak 1975 yılında icâzet alır.
Yorum Yaz