Litros Sanat
Türkiye'nin Dijital Kültür Sanat Gazetesi
“Son cemre de düşmeden İstanbul’a kar inecek mi?” sorusunu sorduğumuz günlerde takvimden birbiri ardınca hüzünlü yapraklar düştü. Toprağa karıştı. Hocaların hocası olarak bildiğimiz, binlerce öğrenci yetiştirmiş, onlarca esere imza atmış bir öncüyü, Prof. Dr. Orhan Türkdoğan (1928-2 Şubat 2024) hocayı Eyüpsultan’dan ebedi yolculuğuna uğurlarken, bir yaprak, tam da Orhan Hocanın tabunun üzerine düşüverdi; Alev Alatlı (16 Eylül 1944-2 Şubat 2024). Orhan Hoca gibi yakından tanıdığımız, bildiğimiz, uzun sohbetlerinde bulunduğumuz Alatlı da dünya sürgününü tamamlamış ve öte yolculuğuna çıkmıştı.
Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in teslimiyeti ile, “Hiç güzel olmasaydı ölür müydü peygamber?” diyerek bu hale alışmaya çalışırken -ki her hale alışıyor insan, en sevdiklerinin ölümüne bile- yeni bir vaveyla koptu dünyamızda. Dünyamızda derken, sadece muhataplarının dünyasında. Çok sesli değildi, dışarı sızmıyordu ama içimizde derin bir patlamaya sebep olmuştu işte…
‘Kurtarıcı’sının izinde
En son görüşmemizde halini sorduğumuzda, üstadın, “Kapı kapı bu yolun her kapısı ölümse,/ Her kapıda ağlayıp son kapıda gülümse!” beyitiyle bizi cevaplandıran Üstün İnanç (6 Ocak 1937-12 Şubat 2024) da dengini toplayıp yola revan oldu. İzmir’den İstanbul’a, gazetecilikten edebiyata sessiz ve derinden kendi kozasını ören ve “Kurtarıcım Necip Fazıl’dır” diyerek bu farkındalığın farkında bir hayat yaşamaya gayret etmişti.
Üstün İnanç’ın vefat haberini aldığımızda, iki şeyle bir kere daha yüzleştik; ölüm hakikati ve eser bırakmak…
Son zamanlarda kendini paralayan ve piyasa yapmak için girmedik kılık bırakmayanların aksine Üstün İnanç, tam bir tefekkür insanı olarak yaşamayı tercih etti. İddialı eserler kaleme aldı. Tiyatroya, sinemaya mühim izler bıraktı. Onlarca talebesi oldu. İnce, titiz, ironik üslubuyla kalabalıkları etkilemeyi başardı ancak asla üstadının, Necip Fazıl’ın önüne geçmedi. Her gördüğümüzde çantasında bir kitap, bitirilmeyi bekleyen bir metin, gidilecek bir yere dair notlar, birine bir selam yahut dağarcığında ülkenin gidişatına dair çözüm teklifleri bulundururdu.
Ustaların arasında
Üstün İnanç, Basın Yayın ve Gazetecilik Yüksek Okulu okumuştu. Yelken, Durum, Sanatkar ve Büyük Doğu dergilerinde ilk yazılarını yayınlamıştı ama 1956’da Tercüman gazetesinde başladığı stajyer muhabirlikle de mesleğe giriş yapmıştı. Sabah, Bugün, Son Havadis, Zaman ve Yeni İstanbul gazetelerinde görev almış, yöneticilik ve fıkra yazarlığı yapmıştı.
Bir yandan da Kemal Tahir, Tarık Buğra, Metin Erksan, Ayşe Şasa, Halit Refiğ, Atıf Yılmaz ve Yücel Çakmaklı gibi dönemin kıymetli yazarları ve sanatkarları ile de yakınlık kurmuştu. Hatta usta yönetmen Erdoğan Tokatlı’dan senaryo dersleri almıştı. Üstad Necip Fazıl ile de efsane mahfil Marmara Kıraathanesi’nde yolları kesişmiş ve bir daha da kopmamıştı. Üstad’ın konferanslarında hep yanında, ona soru sorma cesareti gösteren birkaç gençten biri ve hatta dinlediklerini Beyoğlu’na gidip sinema çevrelerine yüksek sesle aktaran gözü kara biri idi artık. Bu konuda, bir gün, “Metin Erksan beni merak etmiş. ‘Faşist, gerici bir genç’ demişler. O da ‘O zaman getirin dönüştürelim’ demiş. Onlarla tanıştım ama onlar beni dönüştüremedi, ben onlara hakikati kabul ettirdim” diye o günlere dair duruşunu anlatmıştı.
Zor zamanlarda yazdı
1970’li yıllar… Soğuk Savaş döneminin en ağır şartları ülkemizde yaşanıyordu. Sağ-sol çatışması nedeniyle her gün pek çok trajik olay meydana geliyordu. İşte o günlerde, Milli Türk Talebi Birliği (MTTB) çatısı altında, Üstün İnanç, “Milli Sinema Açık Oturumu” düzenliyor ve yönetiyor, masanın etrafına da dönemin usta sinemacıları Halit Refiğ, Salih Diriklik, Metin Erksan, Atıf Yılmaz, Yücel Çakmaklı ve Ayşe Şasa’yı oturtmayı başarıyordu.
Bazen sahnede, bazen kürsüde bazen de mesela üstadın “Ulu Hakan Sultan Abdülhamid Han” eserinden yazdığı senaryo ile tiyatroyu destekliyordu. Bu oyun 1967-1969 yılları arasında Anadolu’nun birçok yerinde 520 temsil verecekti.
Üstün İnanç’ın adını geniş kitlelere duyuran “Yalnız Değilsiniz” romanından Mesut Uçakan tarafından aynı adla beyazperdeye aktarılan film olmuştu. Film çok ses getirmiş, iyi gişe yapmıştı yapmasına ama eser sahibini şöhrete ulaştırmamıştı. Çünkü onun zaten böyle bir talebi olmamıştı.
Bosna dramını anlatan “Kanayan Yara Bosna” filmi de en az “Yalnız Değilsiniz” kadar ilgi görmüştü.
İstanbul Şehir Tiyatroları’nda repertuar kurulu üyeliği, yine İBB’ye bağlı Gösteri Sanatları Merkezi Müdürlüğü yaptığı dönemlerde de hamuru medeniyet değerlerimizle yoğrulan işler üretilmesi noktasında saygıdeğer çabaları olmuştu.
Onlarca ödül alan (2011 ESKADER Üstün Hizmet Ödülü, 2012 Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Burhan Felek Basın Hizmet Ödülü, 2013 Türkiye Yazarlar Birliği Necip Fazıl Kısakürek Ödülü, TBMM Kültüre Hizmet Ödülü) ve pek çok yerde konferanslar veren Üstün İnanç’a göre aslolan, eser vermek ve “bir hoş sada bırakmak” idi. Öyle de oldu…
Füruzan’la karşılaşma
Tabiat boşluk kabul etmez. Bir ‘şey’ başka bir ‘şeyle’ ikame edilebilir ancak insan öyle mi ya!..
Bir ay içinde, ülke semalarında birer yıldız gibi asılı duran isimler söndü. Baktığımızda sadece büyük bir karanlık veya boşluk görüyoruz. Ancak ve sadece eserleri ile onları var edeceğiz dünyamızda; daha öncekiler gibi…
O yıldızlardan biri de Füruzan (29 Ekim 1932-11 Şubat 2024) idi bizim için. Dev sancılarının kaynağını bir kendisi, bir eserleri bir de -belki- biz okurları biliyorduk. Dünya hayatından, sessiz ve sakin kalmayı başararak 92 yıl alabilmek herkese nasip olmaz.
Henüz lise yıllarımızdı. TÜYAP Kitap Fuarı için Tepebaşı’na gitmiştik. İmza günü idi. Öykülerini biliyorduk. Etrafının tenhalaştığı bir zamanda yanına yaklaşıp “Ben de yazıyorum.” dedik, mahcup bir ses ve kırılgan bir özgüvenle. Gözümüze baktı; “Ne yazıyorsunuz?” diye sordu. Öykü, şiir filan ne varsa… Birkaç dakika içinde anlattık. İlgilendi. Adresini verdi, “gelin, bakalım” dedi. Sonra birçok kez oturduk metinler üzerinde konuştuk. İmza günlerinde karşılaştık. Şiirleri vardı, yayınlıyordu fakat sanki sadece roman yazarı olarak bilinsin istiyordu. Birkaç kez röportaj yaptık, yayınladık.
Sonrasında derin bir sessizlik. Yalnızlık…
Babasızlığın kederi
Babasını henüz dört yaşında iken kaybetmişti. O yüzden daha ilkokul yıllarında başlamıştı sürgünlüğü. 5 okul değiştirmişti daha ilkokulda iken. 1946’da Yalova Demirköyü İlkokulu’nu bitirmişti: “Ben ilkokuldan sonra devam edemedim. Parasız yatılı sınavına girdim. Kazandım. Annemle gittik fakat parasız yatılının bir kuralı vardı. Bir kefilinizin olması lazım. Bizim bir kefilimiz yoktu.”
Kendi öyküsünü anne merkezli anlattığı “Parasız Yatılı” isimli öykü kitabı, 1971’de yayınlandı. Parasız yatılı olarak okuyan öğrenciler, ailelerinden, yerlerinden yurtlarından küçük yaşta ayrılmak zorunda kalmış, yoksul çocuklardır. Kitaba adını veren öyküde de eşini genç yaşta kaybetmiş bir anne ve kızının hayatı, annenin gözünden aktarılmaktadır.
Cemal Süreya’ya minnet borcu vardı. Sanki yolunu o çizmişti. Sessiz ve derinden akan metinleri, abartısız cümleleri, yalın ve içten söyleyişi ile halimize tercüman olduğunu söylüyordu, öyle oluyordu. Çünkü kendisi yazdığı gibi yaşıyordu.
Cemal Süreya’nın “sen artık öykü yazsana” demesi üzerine kaleme aldığı “Ölmüş Bir Kadının Evrak-ı Metrukesi”nin beğenilmesi onun da yazı hayatını değiştirmişti. Cemal Süreya’nın desteğiyle Yeni Dergi’de ilk öyküleri yayımlanmıştı. O kadar ‘sessiz’ bir yürüyüştü ki, “Parasız Yatılı” ile 1972 yılı Sait Faik Hikaye Ödülü’nü aldığı veya “Benim Sinemalarım” adlı eserini sinemaya uyarlayıp kamera arkasına geçtiği halde (kızı Aslı Selçuk yardımcı yönetmen koltuğunda oturuyordu) bile tribünlerin alkışıyla ilgilenmiyor, işini en iyi biçimde yapıyordu. Tek malzemesi ve derdi insandı: “Yazarlığımın başladığı ‘70’lerden bu yana genel izlek buydu benim açımdan. Dikkate alınanlarla, onların çevresinde ya da uzaklarında sessizce yaşayanların hangi duyarlıklar, kurnazlıklar ya da amansızlıklarla dolu olduğuna merakla eğildim.”
Soyadını hiç kullanmadı
Neden soyadını kullanmadığını sorduğumuzda, ilginç bir cevap vermişti. Ünlü karikatür sanatçısı Turhan Selçuk ile evli idi ve “Onun binbir emekle var ettiği büyük bir soyadına yaslanıp buradan faydalanmak istemedim. Ben kendim olarak kendimi var etmeliydim” demişti. Gerçek adı Feruze Çerçi idi ama o Füruzan olarak tanınıyordu. Şiirleri, romanları, öyküleri, gezi yazıları, çocuklar için kaleme aldığı metinlerle 1970’li yıllara damga vuran üç kadın yazardan (Adalet Ağaoğlu ve Sevgi Soysal) biri olmayı başarmıştı.
Bir gün, “Biliyor musun ben tiyatrocu olmak istiyordum” dedi. “Bir süre Küçük Sahne’de çalıştım hatta resim bile yaptım ama edebiyat beni kendi dünyasına çekti.”
İlk öyküsü “Olumsuz Hikaye” 1956’da Seçilmiş Hikayeler Dergisi’nde (Füruzan Yerdelen imzasıyla) yayımlandı. Ardından Türk Dili, Yenilik, Pazar Postası, Dost, Papirüs gibi dergilerde de yazdı.
Turan Selçuk’tan boşandıktan sonra yepyeni bir yazı macerasına girmişti. Almanya ardından İstanbul… Ve tamamen yazı: Bazen yalnız kadınları, bazen İstanbul’u, bazen çocukları, bazen ülkemizdeki askeri müdahaleleri, bazen anne-kız ilişkilerini yazdı. Bütün yazdıklarında kendinden bir parça mutlaka vardı. Fethi Naci’nin ifadesiyle “Sık sık geçmişten söz açar”dı.
Sözün sonunda şunu belirtmeliyiz: Hem Üstün İnanç hem de Füruzan kendi pencerelerinden bakarak gördükleri iyi-kötü ne varsa insana dönüştürerek sunmayı başarmışlardı. Çünkü her ikisi de trajik dönemlerin çocukları idi ve gelecekte bu sancılar yaşanmasın diye edebiyattaki ‘sessiz devrim’lerini eserleri ile taçlandırmışlardı. Her ne kadar görünür olmasalar, bunu istemeseler de…
Yorum Yaz