İnsan Kalmak İçin Yazdım

EDEBİYAT İsmail KAPLAN Yazar Zeki Bulduk, mektup türünde kaleme aldığı “Evlat Babanın Sırrıdır” kitabında Afganistan’da yaşadıkları olayları duygusal ve gözlemsel şekilde yansıtıyor. Bulduk Afganistan’ı yazmasıyla ilgili “acı soğumadan duyurmak istedim” diyor. Zeki Bulduk’un Evlat Babanın Sırrıdır kitabı Aralık 2020’de Muhit Kitap’tan çıktı. Kitapta Bulduk’un Afganistan’da geçirdiği vakitleri, özellikle 2015-2018 yılları arasında Mezar-ı Şerif TİKA Koordinatörlüğü görevi esnasında biriktirdiği umutları, hüzünleri, insan hikâyelerini okuyoruz. Tüm bu yazılar birer mektup formatında, düşünün ki her biri Afganistan’dan adresinize postalanmış. Bu kitapta Afganistan’a dair okuduklarımdan sonra, zihnimde o coğrafyaya dair ne çok eksik parça olduğunu fark ettim. Maalesef medyanın yönlendirmesi sebebiyle Afganistan’a dair sekiz on klişe kelimeden fazlasına sahip olmuyoruz genellikle. Evlat Babanın Sırrıdır, zihnimizdeki bu boşluğa sert biçimde iniyor ve bize duygudaşlık edebileceğimiz yüzlerce insanı, kendimizi sorguya çekmemizi sağlayacak onlarca hikâyeyi aktarıyor. Neden Afganistan’a dair anılarınızı başka bir edebi türde değil, mektup türünde yazdınız? Diğer edebi türlerle acıya tanıklığımı anlatamazdım. Yeterli olmazdı. Uzaklardan haber veriyordum. Haber verirken kullanacağım dil önemliydi. Hem de mektup sıcaklığına ve samimiyetine sığınarak, derdimi daha sarih anlatacağıma inandım. Bugüne kadar yazdıklarıma baktığımda, elimi kolumu bağlamayan anlatım biçimi mektup olmuştu. Sohbet eder gibi anlatmak istedim, dert anlatır gibi. ACI SOĞUMADAN DUYURMAK İSTEDİM Başka ülkelerde de uzun süreler boyunca bulundunuz. Neden özellikle Afganistan mektuplarınızı yayımladınız? Gelecekte Kosova ve İran mektuplarını da okuyacak mıyız? İran ve Kosova’da birer yıl bulundum. İran Mektupları daha önce yayımlandı: Mayakovski’ye Mektuplar adıyla. Yayımlandığında sevildi, tutuldu. Küçük bir eserdi. Ancak içinde hem ferah hem de hüzünlü metinler vardı. Eksik kalmıştı. Nasip olursa genişletilmiş olarak tekrar yayımlanacak. Kosova için ise mektup yazmayı düşünmüyorum. Orası benim ilk göz ağrımdır. Zira ilk kitabım Kayıplar Kosova yazılalı 22 yıl oldu. Kitap yazıldıktan 20 yıl sonra sokaklarını yazdığım Prizren ve Priştine’de bir yıl yaşadım. Kosova hakkında yazacağım ama hikaye mi yoksa anılar mı bunu zaman gösterecek. Afganistan’ı yazmam, özellikle de mektup olarak yazmam, acı soğumadan duyurmak içindi. Zira, Afganistan’da bir hal, bir durum için yapılan yorumlar sürekli güncellenir; yokluk ve fukaralık hariç. Gelecekte Afganistan öykülerini, ya da bir Afganistan romanını sizin kaleminizden okuma şansımız olur mu? Kısmet, neden olmasın. Bedahşan’dan başlayıp İstanbul’da bitmeyen o mülteci akınının romanına başladım. Ama bitiremiyorum. Feyzabad’ın bir köyünden kalkıp yollara düşen, İran polisinden dayak yiyen, Van’da çorba içip İstanbul’a kadar gelen ve kağıt toplayarak para biriktirmeye çalışan Tacik Cengiz’in hikayesi elimi kaşındırıp duruyor. Bir de; Afganistan ağrısı diye bir şey vardır. Tutulursunuz. Orada acı da yaşasanız tekrar dönmek istersiniz. Tanık olmak için değil, çeker işte insanı. Yani o roman içinizde yazılmaya devam eder… AYNI MAYANIN İNSANLARIYIZ Kırşehir'in bozkırında doğan biriyle Mezar-ı Şerif’in bozkırında yaşayan insanların empatisini ve gönül dilini hissediyoruz kitap boyunca. Bu bağı kuran, genişleten nedir? Birbirine uzak coğrafyalardan bahsediyoruz. Doğru. Ancak unutulan bir şey var: İç Anadolu insanını alın, Mezar ı Şerif- Cevizcan arasındaki topraklara götürün, oradaki insanlarla karıştırın, birbirlerinden ayırt edemezsiniz. En fazla şive farkıyla ayırt edebilirsiniz. Özbek ve Türkmen dili Türkçe’nin içindedir. Orada konuşulan dildeki kelimeler size tanıdık gelecektir. Tavırları, duruşları, hayata bakışları, mezhepleri, adetleri birebir Anadolu insanıyla aynı olmasa da çok fazla benzerlik vardır. Toprak insanları… Bölgenin asıl adı Güney Türkistan’dır. Üzerinden savaşlar, devletler, ırkçılık ve sömürü geçse de maya aynıdır. Bozkır, ancak dilinden anlayan ve sabredenlere içindeki hazineyi verir. Oradaki insanlar ile Anadolu’ya gelen insanlar aynı mayadan insanlar. Andhoy’da da bozkıra çöl deniliyor, Kırşehir’de de çöl deniliyor. Ama her ikisinde de çöldeki suyu nerede bulacağımı bildim: sabırlarında. Kitapta Afganistan’ın ve oradaki insanların sizin üzerinizde bıraktığı etkileri yoğun biçimde hissediyoruz. Bunun yanında örneğin Hakberdi, Rambo Celal, Şehla Hadid, Guzelay gibi onlarca ilginç insanın da kısa portrelerine rastlıyoruz. Özellikle Afganistan’da hayatın merkezinde yer alan kadınlara dair okuduklarım beni şaşırttı. Benzer hayat hikayelerini ele alacağınız portre yazıları da okuyacak mıyız gelecekte? Afganistan insanı ve gündelik hayatı bize niçin bu kadar ilginç geliyor? Kitapta "Benim Kahramanlarım" dediklerimi anlattım. Bir de Afganistan’ın Kahramanları var. Muhtemelen ilerleyen zamanlarda onlar da yazılacaklar. Aynı kitaba ek mi olur, yoksa yeni bir başlık altında mı yazılırlar, daha karar vermedim. Özellikle siyasiler, şehitler, sokakta yaşayanlar, sokaktan geçinenler ve tabi ki kadınlar. Mektuplarda ağırlıkla yetimler, çocuklar ve özellikle kız çocuklarının hikayelerini anlattım. Anlattıklarıma eklenecek olan kadınlar var. Yetimhanelerde gönüllü çalışan kadınlar, öğretmenler, bahçesinden en son çocukken sokağa adım atmış kadınlar, taksi şoförlüğü yapan kadınlar, parlamentodaki kadınlar, Kadın İşleri Müdürleri ve onlarla çalışan kadınlar, Kadınlar Hapishanesi’ndeki tanıklıklarım… Bizim sadece burkasını gördüğümüz; sesine, huyuna, yüzüne tanık olamadığımız, hayatta bir mavi burka izi bırakarak geçip giden kadınlar. Mezar ı Şerif’te kadınların neredeyse yarısı beyaz burka giyerler. O beyaz burkanın hikayesi… Hz Ali’nin Kabri-Makamı Ravza’daki beyaz güvercinler ile kardeş olan kadınlar…   HAYAT MÜMKÜNLERİN TOPLAMIDIR Kitabın birçok yerinde çocukların masumluğundan bahsediyorsunuz. Bu bölümler içimize işliyor ve şahsen birçok mektubun sonunda gözlerimin dolduğunu ifade etmem gerek. Çocukların bu masumiyetine bakarak, Afganistan’ın geleceğine yönelik umutlu bir tablo hayal etmemiz ne ölçüde mümkün? Hayat, mümkünlerin toplamıdır. Mucizedir. İhtimal dahilinde olmayan yoktur hayatta. Afganistan ve benzeri ülkelerde önce kadınlar sonra da çocuklar hayattan diskalifiye edilirler. Vasıfsızlaştırılırlar. Bu yüzden kadınlar bilgedir, çocuklar ise daha el kadar iken yaşlanırlar. Yüzlerinde büyüklere has bakışlar peyda olur. Çocuklar bile birden büyüyebilir, diyor ya şair; ben o çocukları gördüm. Daha on iki yaşındaki çocukların bir el arabasıyla evi sırtlayıp taşıdığına şahit oldum. Ortaokulu bitirir bitirmez kardeşlerine bakmak için dikiş tezgahının başına oturan kızları tanıdım. Daha yirmisine gelmeden dört çocuk annesi olmuş gelinlerin, daha ilkokul dördüncü sınıfa giden kızların boyundaki gelinlerin yüzündeki kadın olma hikayelerini gördüm. Görmenin insanı kahreden acısını alıp oraya buraya saçtım. Umut?... Nietzsche’ye sorarsanız en adi duygudur. Lakin bir Müslüman olarak ümide inanıyorum. Zira, zulüm daim abad olmaz. Savaş baronları, tüccarlar, ağalar, başkalarının sırtından geçinenler inanın o topraklarda hiç sevilmiyorlar. Güçlerini diğer insanların güçsüzlüklerinden alıyorlar. Okuma oranı çok yüksek. Dil öğrenme oranı da. Ülkesini düzeltmek bizde fena revaç bulan bir yalandır. Ancak İran ve Afganistan’da tanıştığım insanların benlik bilinçleri çok yüksek. Hayalci değiller. Bizim dünyayı, ülkeyi kurtarma hayallerimiz nasıl bizi gerçekten kopartıp, işlenmiş çekirdek kabuğu gibi atıyorsa; onlarda bu tam tersi. Gençlerin benliğinin, varlığının farkında olduğu bir dünya. Savaştan, yardımlardan, aşağılanmadan yorulmuş onurlu insanlar çok fazla. AFGANLAR HİNDİKUŞ DAĞLARINA BENZER Afganistan niçin tarih boyunca farklı ülkelerin saldırısına uğramış? Neden Afganistan bu kadar savaş geçirmiş? Afganistan, geçitteki ülke. İpek Yolu üzerindeki en kıymetli durak. Günümüzde Afganlar espriyle; ahiretten önceki son durak, derler Afganistan’a. Afganistan’ı kontrol eden Uzakdoğu’yu ve Rusya’yı kontrol edebilir. Doğal zenginlikleri tabi ki iştah açıcı ama stratejik bir bölgede olması önemli. Pakistan-Hindistan çekişmesinde bile kilit ülkedir Afganistan. Afganistan’ın dostluğunu kazanan, o bölgenin tüm ülkelerine karşı kolay söz söyleyebilir. İnsan kaynağı zenginliği vardır. İnsanı bakirdir. İşlendiğinde Bedahşan zümrüdü gibi elmas çıkar ortaya. Bu sorunun cevabından bir kitap çıkar. Ama bilinmeli ki Hindikuş dağları Afganlara; Afganlar Hindikuş dağlarına benzer. Her ikisi de mudara etmez. Her ne kadar ülkenin ana geliri yardımlar olsa da ülkenin sahibi yine o kayalara çıkabilen, kartal gibi oturan Afganlardır. Toplum olarak Afganistan’a dair neden bu kadar çok önyargımız var? Bu sorunun muhatabı sanırım ben değilim. Savaşlar, Amerika’nın kurduğu uyduruk “dini” örgütler, mezhep çatışmaları, bitmeyen yoksulluk… Bunlar bize anlatılan güzel yalanlar. Ve bizler bu korkularla mutlu mesut yaşamayı öğrendik. Önyargılarımız olmasaydı bu kadar uyduruk, bu kadar kibirli, bu denli dünyanın merkezinde görmezdik kendimizi. Seven, cihad ülkesi zannediyor; söven ise; her gün şeriat mahkemeleri kuruluyor zannediyor. Dedim ya zan işte. Zanla amel olunmayacağını bilen çok az insan kaldı alemde. Mezar-ı Şerif görevim çıkmadan 15 gün önce, bir gün Mezar-ı Şerif’te buluşuruz, diye yazmışım. Daha o zaman kurum da değiştirmemiştim. İnsan kaderine yürür. 2012 yılından itibaren Afganistan’a gideceğim günü hayal ettim. İnsanların İran’a karşı, Afganistan’a karşı kulaktan dolma, temelsiz, araştırmaya gerek duymayacakları yalanlara biat etme gibi bir huyları olabilir. Her iki ülkeyi de içinde tanıdım. Daha önce her iki ülke için de önyargılarım yoktu. Yani, anlatıldığı kadar “İslami” cumhuriyet olduklarını düşünmüyor, insanların yaşamlarını merak ediyordum. Gittim, gördüm: Onlar da bizim gibi acı çekiyor, seviyor, seviniyor, hayatlarını anlamlı kılmaya çalışıyorlardı. Ve daha güzeli bizden daha fazla dinliyor, bizden daha fazla gülümsüyorlar. Bu mektuplarda hep yakın dostlarınıza sesleniyorsunuz. Bir zaman sonra sanki kendi nefsinize ve benliğinize sesleniyorsunuz gibi hissettik. Öyle miydi? Yazı, her şeyden önce bir iç döküş ve insanın kendini onarma çabasıdır. Tanık olduklarımı gözüm ve gönlüm nasıl görmüşse öyle yazdım. Belki de gördüğüm ve anladığım gibi değildi hiçbiri! Belki de o kadar hüzünlü değildi Hatice’nin, Nazenincan’ın, Guzelay’ın, Anita’nın hikayeleri. Benim gözüm belki ıslaktı ve yağmur yağıyor zannettim. Ama dediğiniz gibi, kendime yazdım. Kendimi tamir etmeye çalıştım. İbret için değil! İnsan kalmak için yazdım.
Yorum Yaz