Litros Sanat
Türkiye'nin Dijital Kültür Sanat Gazetesi
1982’nin 12 Şubat’ında "Zaman Zaman İçinde" adlı günlüğüne şöyle bir not düşmüştü Tarkovski:
“Hesse okuyorum. Onunla çok ortak yönümüz var.
Benimkisi hoş bir hikâye değil. Onda tıpkı kendilerini kandırmayı bırakmış olan insanların hayatlarında olduğu gibi, yazılmış masallardaki o ince uyum yok. O tamamiyle bir anlamsızlık, kaos, delilik ve rüyalar karışımı bir şey. Tek istediğim içimden gelen şeyleri yaşama ve gerçekleştirme cüreti oldu. Bu neden bu kadar zordu? Bu tam tamına kekemenin olduğu sahnenin açıklanması ve temelde de filmin başyazısı.
Nostalghia- Belki eğer Kaydanovski, Gorçakov’u oynamayı kabul ederse oteldeki gece sahnesini kahramanın ellerinin güzelliğinden çok, Kaydanovsky’nin Van Gogh’a benzerliği oluşturmalı.”
Tarkovski, babası Arseni’nin şiirlerinde olduğu gibi insanın ruhunu koruması uğruna ödeyeceği tüm bedellere boyun eğmesi gerektiğini anlattı "Nostalghia" filminde. 1982 yılında filmi bitirdi. Gece sahnesini de çekmişti. Zaten filminde çoğu sahneler doğal ışıkla çekildiği için ve kamera hareketleri insanın içe yönelik yolculuğunu anlatır tarzda kullanıldığı için loş idi. Bu loşluk varlıktaki belirmeyi bir tür belirsizlikle anlatıyordu. Tarkovski’nin filmini geçtiğimiz günlerde bir bankanın ‘kültür’ servisinin etkinliği bünyesinde yeniden izledim. Aydınlanmaya acıkanların ve görmesini bilenlerin saf dışı kaldıklarını söyleyen Vasilli Kandinski’yi doğrularcasına, salona serpilmiş on onbeş seyircinin tepkilerini seyrettim. İnsanlık ve varlık hakkında yüksek düşüncesi olan yönetmen, müzisyene ilişkin araştırma yapmak üzere yola koyulan bilim adamıyla, bayan arkadaşının davranışlarında kendi bireysel tarihini keşfe çalışıyordu. Her karesinde acı çektiği ve “Allah’ım yaşamak için ne kötü bir zaman!” dediği belliydi. Tabiata uyum gerçeğini yitirmiş olan modern insana, iyi ahlak sahibi olmanın yolunu öneriyordu. İnsanın içinde olan, fakat yitirilmiş yerde değil, bir başka yerde aranan iyi ahlakın... İnsanın manevi ve ahlaki bir ideali olması gerektiğini savunan Tarkovski’nin filmin her sahnesinde bir çığlık hâlinde yükselen acısı karşısında ürperdim. Toplumsal ahlak değerleri içimizdeki iyi ahlakı yitirdiğimizde pörsümeye, yokolmaya yüz tutuyordu. Dünya körler, sağırlar ve dilsizler cennetiydi. Ruhları hakkında düşünmeye azmetmiş olanlar daima saf dışı bırakılıyordu. Bu, bir iç ve dış dram oluşturuyor ve odağına insanı alıyordu. Tarkovski, filmiyle bize yeniden hayatın anlamına ilişkin unuttuğumuz soruyu soruyordu. Le Clezio’nun ifadeleri çınlıyordu salonda: “İnsan, kendi varlığının ne olduğu hakkında yüksek bir düşünceye sahip değilse dünya üzerinde aşağılık olan, korkunç olan her şeye karşı bir duyarlılığı yoksa, insan iyi şeyler yazamaz.”
Bir iç dünya tecrübesi, yaşamaya ve bunu dışlaştırmaya muhtaç olduğumuzu yeniden, yeniden anlıyordum Nostalghia’yi izlerken. Günlüğünün bir yerinde hayat hakkında hiçbir şey bilmediğini söyleyen Tarkovski’nin, alçak gönüllülüğünü düşünüyordum.
Annesinin ölümünden sonra menhus hastalığın belirtileri ortaya çıkmıştı. Hayat hakkında henüz cahilken ölüm hakkında ne bilebilirdi ki! Zavallı Tarkovski! Saf dışı bırakıldığını sanıyor ve bedeninin her zerresinin eridiğini, ruhunun zerrelerininse birer birer açılarak ölümün içeri sızdığını söylüyordu. Nostalghia’nın, filmografisinde ne kadar önemli bir yere sahip olduğunu anlıyordum. Gorçakov, yaşadığı acıya bir parçasıymış gibi dönüp baktığında, kamera sanki bunu göstermek istemez bir tavırla ya amorstan ya da olabildiğine loş bir ortamdan yaklaşıyordu. Ruhunu korumasız hisseden bir insandı Gorçakov. Aslında Tarkovski’nin kendisiydi o. Onunla ölüme benzettiği yalnızlığını anlatmayı deniyordu. 20 Eylül 1970’teki notunda belirttiği gibi, savaştan sonra kültür barbarca yok edilmiş ve bunun sonucu toplum kültürsüz kalınca vahşileşmişti. Bunun sonucu nereye varacaktı? Şöyle diyordu:
“Allah bilir. Cahillik şimdiye kadar hiç bu boyutlara erişmemişti. Spritüelle herhangi bir ilişkiyi reddetme hâli ancak canavarların oluşmasını sağlar. Oysa şimdi en ufak spritüel değer taşıyan her şeyin üzerine geçmişte hiç olmadığı kadar eğilmeliyiz.”
Görmesini bilen herkes gibi, Tarkovski de safdışı bırakıldı. Fakat sinemada sessiz bir devrim gerçekleştirerek kendimize ait alanı keşfetti. Bu alana geçmeyi başaramayanlar kendi saflarını müstakim bir merkez çizgisi sanarak, onu dışta tutmaya devam ediyorlar.
Yorum Yaz