Litros Sanat
Türkiye'nin Dijital Kültür Sanat Gazetesi
Kitabımın editörlüğünü yaptığı sıralarda Hacer Selçuk öykülerime dair şuna bezer bir yorum yapmıştı: karakterlerini hiçbir zaman çaresiz bırakmıyorsun, öykülerinin sonlarında onlara muhakkak bir çıkış yolu sunuyorsun. Öykülerimdeki -birkaç tip dışında- hiçbir karaktere kıyamadığımı o an fark etmiştim. Bunun üzerine düşünürken mutlu sonları sevdiğimi keşfettim. Metinlerim için net biçimde mutlu sonlara sahipler diyemesem de bir okur ya da izleyici olarak basbayağı mutlu son seviyorum. İlkin bunu sesli biçimde ifade etmekten kaçındım. Zira iyi metinden anlamadığım ya da kaliteli bir film izleyicisi olmadığım gibi bir algı yaratmaktan çekindim. Suskun biçimde düşünmeye devam ettim. Ursula’nın yıllar önce okuduğum Zihinde Bir Dalga kitabını bir vesileyle yeniden elime alana dek suskunluğum sürdü. Ursula, Anna Karenina’nın o ünlü giriş cümlesine itirazla kaleme aldığı metninde, mutluluğun sığ, sıradan, üzerine yazmaya değmeyecek bir şey olarak kabul edilmesine odaklanıyor. “Oysa mutsuzluk karmaşık, derin, erişmesi güç, sıradışı; dolayısıyla muhteşem, benzersiz bir romancıya layık bir konu, öyle mi? Hiç kuşkusuz aptalca bir fikir bu. Ama aptalca olsun olmasın nice zamandır romancılara, eleştirmenlere kendini dayatarak onları etkilemiş bir fikir.” Mutluluğun bir çatışma barındırmadığını, özü gereği uyumu sahiplendiğini düşünebiliriz. Fakat Tolstoy’un mutluluğu tarif etme yeteneği olduğu da su götürmez bir gerçek, değil mi? Mutluluğun devasa bedelinden ve karmaşıklığından bahsederek bir dizi fedakârlığa, yapılan seçimlere ya da feragat edilenlere dayanmasının altını çiziyor Ursula. Çatışmaysa en girifti burada sahiden. Bu açıdan mutlu sonla biten bir metnin içindeki çatışmaları, gerilimi görmezden gelemeyiz. Mutlu sonun hâlâ ucuz bir iş algısı yaratması üzücü. Aklıma Zeki Demirkubuz’un son filmi Hayat geldi. Bu film, mutlu sonla bitmesiyle yönetmenin diğer filmlerinden ayrılıyor. Filmde yönetmenin kendi arabesk tarzında işlediği tekrar eden klişeleriyle ördüğü esaslı bir çatışma var. Melodramı derinlerde hissediyoruz fakat mutlu sona da erişiyoruz. Mutlulukla nihayetlenmesi onu Kader ya da Masumiyet’ten daha düşük kılmıyor ve filmdeki mutluluk, acı ve gözyaşı dolu kısımlardan daha az ilginç değil.
Ayrıca Ursula’nın bu bağlamda dikkat çektiği başka bir husus daha var: bu meselenin bir cinsiyet kazanması. Eleştirmenlerin mutluluk avcılığına soyunarak bazı metinleri kadın edebiyatı diyerek küçümsediklerini söylüyor. Sert gerçekçi, acımasız, eril bir dil yerine bu mutlu son çıtkırıldımlıkları da neyin nesi? Düşük edebiyat efendim bunlar! Bu durum aklıma öyküdeki tematik meseleleri getirdi. Her yazar dönüp dolaşıp kendi dünyasını yazdığına göre, bir metin yazarının karakterinden, dünya görüşünden vs. ayrılamayacağı gibi cinsiyetinden de bağımsız olamaz. Bu minvalde öykü yazmaya ilk başladığım yıllarda, dil dünyama yabancı konuların etkisinde kaldığımı hatırlıyorum. Örneğin, daha erkeksi diyebileceğim bir konu olarak denize -Jack London etkisi- ya da balıkçılığa -tabii ki Sait Faik- dair terimleri öğrenmeye çalışmıştım. Bunları okurken de sıkılıyordum ve sıkıldığım için kendi kendime kızıyordum. Neyse ki yazarlığın/okurluğun balıkçılıktan geçmediğini kısa sürede anladım da mutlu sona kavuştum.
Yorum Yaz