Litros Sanat
Türkiye'nin Dijital Kültür Sanat Gazetesi
“Allah’a yönelten her güzel ses ve nağme, sûr üfürülmüş gibi insan ruhunu diriltmektedir.” - Hz. Mevlana
Ruhların dili ve duyguların tercümanı olarak hayatın her alanında insanla beraber olan müziğin tarihi, insanlık kadar eskidir. İlk insanlar dahi ağaçtan, kemikten ve hayvan derilerinden yaptıkları çalgılarla müziğin zevkini tecrübe etmişlerdir. Daha sonra zaman içinde dünyanın çeşitli bölgelerinde gelişen insan toplulukları, kendileri gibi çeşit çeşit çalgılar ve melodiler ortaya çıkarmıştır. Genel kabul gören bu müzik tarihi anlatısının aksine sufiler, müziğin insanlık tarihinden daha eski olduğuna inanırlar. Onlara göre müzik, elest bezminden beri mevcuttur. Kâinatı Allah’ın bir tecellisi olarak telakki eden sufiler, insandan önce veya sonra ortaya çıkan tüm sesleri ahenkli bir müzik telakki ederler. Sahip oldukları bu anlayışı daha da detaylandıran sufiler, yaratılmışlardan çıkan alelâde sesleri ilahi olandan ayırma gereği hissetmişlerdir. İlk dönem sufileri, ilahi hitaptan neşet eden müziği nefsâni zevkleri tatmin etmek için kullanılan nağmelerden ayırmak için musiki yerine sema tabirini kullanmayı tercih etmişlerdir. Sema, sazdan veya insan sesinden çıkan ritimli melodileri tanımlamak için olduğu gibi, ilahi hitabı hatırlatan sesleri tanımlamak için de kullanılmıştır.
Sufilere göre müzik için illa bir çalgı gerekmez, aldığımız nefes bile bir müzik tınısıdır.
Nefes, sufiler için ses ve sema kadar önemlidir. Sufilerin insan nefesine bakışlarını anlamak, onların müzik ile ilişkilerini daha iyi kavramamıza yardımcı olabilir. İnsan yapısında nefes sürekliliği olan bir tınıdır ve kalp atışları, nabız ve de baş, sürekli olarak bu nefes ritmine uyarlar. Sufilere göre insan, nefes alıp verirken “Hû” çeker. İlah ve Allah kelimelerinin kökünde “he” harfi vardır; nefes alıp verirken “he”, “ha”, “hi” sesleri çıkar. Yani “Hû”, nefesle devridaim eder; nefes “Hû” diye inler. Mutasavvıf şair Niyazi-i Mısri “Nefessiz, dünyada bir harf bile dirilmez” der. Şair ve yazar Amiri Baraka’ya göre, “Dinin bir müziği olması gerekir. Çünkü ruh şarkısız inişe geçmez. Ruh, nefes alış-verişimizdir. Nefes olmazsa, hayat olmaz. Nabız, akış, ritim; her şey içimizde tekrar eder.”
Nefes (teneffüs) aynı zamanda parlamak, ışık saçmak ve belirmek anlamları da taşır. Nitekim “Nefesin içinde olan her şey karanlığın sonundaki aydınlık gibidir.” İbn Sina’ya göre nefes ışıkla uyum içindedir, ancak karanlıkla uyumlu değildir; çünkü nefes insanın kimyasını semavi varlıklara yaklaştırabilecek yegâne bileşendir, aydınlık bir cevherdir, ışığın ışınıdır. Üstelik nefesin ritmi simgesel olarak Kelime-i Tevhid’in iki bölümünde tecelli etmektedir. “Lâ ilâhe”, ondan gayrı şeylerin sudûruna işaret ederken, “illâ’llâh ise ona, yani sonsuz birliğe dönüşe işaret eder. Nefes, Rahman isminden çıkar ve her şeyin varlık ilkesidir.
Biz insanlar, yaşamımız boyunca göğüs kafesimizden kalbimizin ritmini, aldığımız nefesin sesini duyarız. Nefesi duyulabilir kılan, onun tınısıdır. Konuşurken kelimeleri duymamızı sağlayan da nefestir. Ses, nefesin yarattığı titreşim sayesinde duyulur; hem tınıyı kapsar hem de onun bir parçasıdır. Nefesin tınısını şarkı söylerken, sessiz bir mekânda nefes alıp verirken ve zikir anında en güzel biçimde duyarız. Şan hocaları şarkı söyleme sanatına hâkim olmak için ilk önce nefesi doğru kullanmayı öğretir. Nefesi doğru kullandığımızda harflerin ve sözcüklerin tınısını daha iyi duyarız. 20. yüzyılın en avangart besteci ve müzik düşünürlerinden John Cage şöyle der: “İnsan sessizliği asla duyamaz çünkü insan, ölene kadar nefesinin tınısını duyar.” Mutasavvıf Hasan Lütfi Şuşud “Âlemde nefes kadar ince bir saz görmedim” der
Sufilere göre ezelde sadece “Bir” vardı, yalnızca mutlak varlık mevcuttu. Ezelden beri “Bir” ve “Hâlık” olan, bir şeyi yaratmayı istediğinde “kün” (ol) der ve murat ettiği şey oluverir. Allah’ın ezelî “kün” emrinin yani “kef” ve “nun” harflerinin telaffuzundan çıkan ses varlığımızın sebebidir. Her şeyin varlığının temel nedeni, başlangıç noktası işte bu harfler yani seslerdir. Harflerle, daha doğrusu harflerin telaffuzu ile çıkan seslerle yaratılan tüm varlıklarda, bi’l-kuvve (cansızlarda olduğu gibi) veya bi’l-fiil (insan ve hayvanlarda olduğu gibi) sesler yani harfler mevcuttur. Varlıktaki tüm seslerin kaynağı, o ilk yaratılış anındaki ilahi sestir. Hurufi felsefesine göre iki nesneyi birbirine vurduğumuzda çıkan ses dahi Allah’ın kelâmındaki seslerden ayrı değildir ve olamaz. İnsanın da yaşamı boyunca hem dinî hem günlük pratiklerinde ses ve ritimle iç içedir.
İslam tasavvufunun ve düşüncesinin temeli Kur’an-ı Kerim’e dayanır. Kûr’ân-ı Kerim’de her şeyin bir “kün” (ol) emriyle yaratıldığı ifade edilir. Kitâb-ı Mukaddes’te de şöyle der: “Başlangıçta kelâm vardı ve bu kelâm, Tanrı kelâmıydı.” Yuhanna İncili de ilk ayetinde “Başlangıçta söz vardı” der. Kûr’ân-ı Kerim’de dünyanın sonunun İsrafil adlı meleğin sûra üflemesiyle geleceği aktarılır. Bu bilgilerden yola çıkarak dünyanın sonu yine bir sesle, yani bir çalgıdan çıkan bir sesle gelecektir. Bir Müslüman’ın dünyaya gelişi ve dünyadan ayrılışına da müzik eşlik eder. Bir Müslüman dünyaya geldiğinde ona isim verilirken kulağına ezan okunur ve sonra üç defa kulağına ismi söylenir. Ölen her Müslüman’ın arkasından salat okunur, tekbir alınır, Kur’an okunur. Bunların hepsi müziktir.
Sufilerin sese ve müziğe atfettikleri ilahi anlam ve gayet olumlu olan müzik telakkileri, pek çok İslam âlimi tarafından kabul görmemiştir. Örneğin, İbn Ebu’d-Dünya, İbn Teymiyye ve İbnü’l-Cevzi gibi İslam âlimleri, müziğin insanda haz ve heyecanı tetikleyip insanı mantıklı düşünmekten alıkoyacağını düşündükleri için onun haram ve yasak olduğunu söylemişlerdir. Sufiler ise müziğin şifa ve huzur verme gücüne sahip olduğuna inanmış ve onu Allah’a ulaşmak için en önemli araçlardan biri olarak görmüştür. Muhalif âlimlerin tepki ve baskılarına rağmen mutasavvıfların müzik ve sesle kurdukları bağ devam etmiş ve sufi meclis ve pratikleri, musikinin icra edildiği ve müzik kültürünün geliştirildiği birer havza konumunda olmuşlardır.
Tekkeler, sistemleştirdikleri musiki anlayışıyla birer müzik eğitim kurumu işlevi görmüşlerdir. Özellikle Mevlevihaneler, dinî-tasavvufi müzik icrası ve gelişimde muazzam bir işleve sahiptir. Osmanlı-Türk müziğinde 15. yüzyıldan önce dinî eser göremeyiz. Bazı araştırmacılar “Beste-i Kadim” olarak bilinen Dügâh, Pençgâh, Hüseyni ve Bayati Mevlevi ayinlerini gösterir. Pençügâh Ayini’nin bestekârı belli değildir. Kimileri bestekârı için Molla Câmî derler ama bu kesin bir bilgi değildir. Tekkelerde zamandan beri çalınıp söylendiği meçhuldür.
Hz. Mevlana’nın müziğe vermiş olduğu değer, Mevlevilik içerisinde müziğin bu denli gelişmesinin en önemli etkeni olarak değerlendirilir. Hz. Mevlana “Müzik Allah’ın lisanıdır” der. Tasavvuf yoluna giren dervişleri birer insan-ı kâmil hâline getirmeyi ve salih birer kul olarak Allah’a ulaştırmayı hedefleyen tarikatlar, bu yolda ilm-i şerif olarak nitelendirdikleri musikiden bol miktarda istifade etmişlerdir. Bir Mevlevi şeyhi olan İsmail Ankaravi şöyle der: “Allah rızası ve vecde gelmek niyetiyle yapılan müzik, dinî bir fayda sağlayarak onunla uğraşanların Allah’a yakınlaşmalarına vesile olmaktadır.”
Tasavvuf tarihinde elest bezmi ve müzik arasında irtibat kuran ilk sufilerden olan Cüneyd-i Bağdâdi, “Müzik dinledikleri vakit, Hakk’a şehâdet ederler. Çünkü onlar vecd içinde müzik dinler” der. Bağdâdi, sakin duran bir insanın sema dinlediği zaman sallanmaya başlamasını, elest bezminde işitilen hitabın insan ruhuna yerleşmesi ve dünyada semayı işiten kimsenin o sesi hatırlayarak harekete geçmesiyle açıklamıştır. Dine yönelik bazı müteşerri yorumların kısıtlayıcılıklarına rağmen, şiir, raks ve müzik tasavvuf akımı içinde yer bularak uhrevi aşk halini estetik bir bütüne dönüştürebilmiştir. Alevilik ve Bektaşilik’te semahta, Mevlevîlik’te semada olduğu gibi yüzyılları aşacak biçimde deruni bir güzellik duygusu yaratabilmiştir. Kaldı ki Mevlevilik ve Bektaşilik dışında, Halvetilik, Kadirilik, Rufailik, Gülşenilik gibi birçok tarikat ayininde bir müzik repertuarı icra edilir.
Yorum Yaz