Litros Sanat
Türkiye'nin Dijital Kültür Sanat Gazetesi
Özcan ÜNLÜ
Vefatının 12. yılında rahmet ve minnetle yâd ettiğimiz yönetmen Yücel Çakmaklı büyük bir derdin adamı idi: Yerlilik ve millilik… Bir taraftan toplumsal gerçekçi (sosyalist) filmler diğer taraftan sulu melodramlar ve müstehcen filmlerin istila ettiği Türk sinemasında üçüncü yolu açmayı başarmış bir öncü isimdi Yücel Çakmaklı… 1970’li yıllarda Türk sinemasını kuşatan yabancı ideolojilere başkaldıran ilk ve tek sinemacı Yücel Çakmaklı idi. Onun “Milli Sinema” fikrini beyazperdeye taşıyan yapımları bugün de yerli ve milli sinemanın öncü projeleridir.
Onu ilk kez Mesut Uçakan’ın Beyoğlu’ndaki ufacık yazıhanesinde görmüştüm. Henüz kırlaşmamış sakalı ile oynayan parmaklarını zaman zaman dudağına götürüp düşünüyordu. Konuşmuyor gibi konuşuyordu. Küçük harflerle. Yanında yöresinde bulunanlar bir bilge edasıyla oturan bu orta yaştaki adama bakıp, aslında fısıltıyla konuştuğu büyük şeyleri anlıyordu. Genç bir gazeteci idim. Kendisiyle söyleşi için orada bulunuyordum…
Sonraki yıllarda, özellikle sinema dünyasını kasıp kavuran “Minyeli Abdullah” filminin setinde, Dergâh Yayınları’nda çalıştığım dönemlerde daha sık görüşmeye başladık. Hatta kendisine gizli gizli asistanlık yaptığım bile vakidir.
Yücel (Çakmaklı) abinin hep bir derdi vardı; yeni ve yerli bir sinema yani ‘Milli Sinema’ kavramının içini dolduracak eserler üretmek ve bu meseleye ömrünü adayacak gençler yetiştirmek.
Sanatın bütün dallarında olduğu gibi sinemada da birtakım kıskançlıklar vardı. Aktörler ve aktrisler arasında hatta rejisörler arasında bile. Bu kıskançlık bazen gıpta ile karıştırılıyor, bazen ise fitneye varabiliyordu. Yücel Çakmaklı ve çevresinde toplanmış gençlerin tek hedefi vardı; hiç kimsenin ne dediğine bakmadan ‘Milli Sinema’ teorisine uygun filmler yapmak…Büyük değerler üretti
O ‘beyazların’ sinemacısı olmadı. Dönemin şartları içinde büyük başarılara imza attı. ‘Sinemanın toplum için’ olduğuna inandı. İhmal edilmiş, ötelenmiş, dudak bükülmüş alanlarda dolaştı büyük bir cesaretle. Ustalarından öğrendiklerini çevresindeki sinema aşığı gençlere cömertçe dağıttı ve arkasında değerli bir miras bırakmanın derdini taşıdı. Sinemaya dil, estetik, fikri yapı ve sorumluluk anlamında çok büyük değerler kattı.
Şahsiyetinin oluşmasında üç faktör olduğunu söylüyordu: Aile ocağı, okul, sinema. Yüksek tahsil (İstanbul Üniversitesi Gazetecilik Enstitüsü) için geldiği İstanbul’un Şehzadebaşı semtindeki sinemaların önünden geçtiği günleri şöyle anlatıyor bir söyleşide:
“Okuldan yurda, yurttan okula giderken, her gün bu sinemaların önünden geçerdik. Orta halli bir ailenin çocuğu olarak İstanbul’da eğitim görmek masraflı olduğundan harçlığımı çıkarmak için çalışmam gerekiyordu. Ben de bu sinemalarda yer göstericiliğine başladım.”
‘Milli Sinema’ bir tezdir
Zihinsel olarak bir tutkusu vardır ama o günlerde içinde daha da yer eder sinema. Sinema yazıları okumaya, film festivallerini takip etmeye gayret gösterir. Sinemayı önce eğlence, sonra tanıtım, tebliğ ve telkin vasıtası hatta propaganda aracı olarak görür ama sinema piyasası çok kozmopolittir. 1960 Darbesinin ardından başlayan sosyalizm soslu ‘toplumsal gerçekçi’ sinemanın karşısına bir tez konulması gerektiğine inanır. Çünkü bu yeni anlayış dini afyon olarak görmekte, dine ve dindarlara karşı olumsuz düşünceler vardır, ağa-köylü, burjuva-halk arasındaki derinlik ahlak sınırlarını zorlamaktadır.
İhtilalin ardından askere gider. Yedek subaylık döneminde “gerçek bir Türk sineması nasıl olmalıdır?” sorusuna cevap bulmaya çalışır. Tam bir buçuk yıl bu konu üzerinde teorik çalışmalar yapar ve bütün kaynakları tarayarak bir sonuca ulaşır: “1961-62 yıllarında, Milli Sinema ihtiyacı şeklinde bir fikir oluştu. 1963’ten itibaren sinema yazılarımda bu konudaki görüşlerimi dile getirdim. O sezon gösterilen Türk filmlerinin gerek kozmopolit gerekse toplumsal gerçekçi sinema ürünlerinin tenkitlerini yaparken sadece bununla yetinmeyip bir taraftan da tez olarak ‘işte böyle olmalıdır sinema!’ diyebileceğim anlayışlar geliştirdim. Bu tarz filmler yapılırsa, Türk toplumunda ilgi ve rağbet görür, böylelikle Milli Sinema doğar. Sonunda taklitçilikten uzak, kökleri olan, milletiyle bağ kuran, kültürel temelleri olan, milli-manevi değerlere bağlı bir sinema ortaya çıkar.”Ustaların yanında
Fikir tamamdır ancak uygulama alanı nasıl olacaktır? Başta Osman F. Seden olmak üzere, Mehmet Dinler, Orhan Aksoy gibi yönetmenlerin yanında 5 yıl (1963-68), 50’ye yakın filmde yardımcı yönetmenlik yapar. Çıraklığı ve kalfalığını bu dönemde, Yeşilçam’ın ustalarının gölgesinde tamamlar.
Asıl büyük fırsat ayağına gelmiştir. Milli Türk Talebe Birliği (MTTB) o dönemlerde sosyalistlerin elindedir. Büyük bir kongre yapılır ve ‘kurtarılır.’ Çakmaklı’nın ‘Milli Sinema’ davasına MTTB sahip çıkar. Aydınlar Ocağı, İlim Yayma Cemiyeti, Hareket Dergisi gibi çevrelerde de bu fikir benimsenir ve 1969 yılında küçük bir bütçe ile yarı belgesel “Kâbe Yollarında”yı çeker. Film, büyük bir teveccüh görür ve sinemalarda gösterilir. Para da kazanır. Şule Yüksel Şenler’in o günlerin popüler romanı “Huzur Sokağı”ndan senaryolaştırılan “Birleşen Yollar” filmi (1970) gündemi kasıp kavurur.
İşin zorlukları vardır. Sinema dünyasını müstehcen filmler istila etmiştir. Sulu melodramlar ve toplumsal gerçekçi filmler piyasanın büyük bölümünü elinde tutmaktadır ama kuru estetikten uzak, samimi ve her sahnesi ince bir ruh işçiliği olan film izleyicisini bulmayı başarmıştır.
MTTB sinema üssü
Yolları MTTB Sinema Kulübü’nde kesişen ve dostlukları Çakmaklı’nın vefatına kadar devam eden Mesut Uçakan da ‘Milli Sinema’yı benimsemiş bir gençtir. Çakmaklı’nın sinemasını “sosyal ve kültürel bir başkaldırı” olarak nitelemektedir: “Malum, Türkiye’de bir dönem bir beyin nakli yapıldı. Resmi ideoloji, İslam’ın medeniyet ruhunu terk edip, dümeni batı taklitçiliğine doğru kırdı. İslam toplum hayatından çıkarıldı. Sinemada buna ilk dur diyenler olarak, soldan çarpılıp, dönen Kemal Tahir, Halit Refiğ ve Metin Eksan’ı görüyoruz. Yerli ve milli duygularla bayrak açan ise Yücel Çakmaklı oldu. Sonra da biz geldik.”
Tarık Buğra’nın çırağı…
Yücel Çakmaklı’nın 1937 yılında Afyonkarahisar (Bolvadin)'da başlayan yolculuğunun önemli duraklarından biri de hiç şüphesiz Yeni İstanbul gazetesidir. Gazetede büyük romancı Tarık Buğra’nın yönettiği kültür sanat servisinde çalışmış olması da onun sinema mesleğine yönelmesini sağlamıştır.
Yücel Çakmaklı’nın 1975-90 yılları arasında TRT için çektiği filmler, belgeseller ve diziler de önemlidir. “Çile”, “Oğlum Osman”, “Diriliş”, “Kızım Ayşe”, “Memleketim”, “Minyeli Abdullah” gibi büyük gişe yapmış filmlerde Türkan Şoray, Hülya Koçyiğit, Filiz Akın, Ediz Hun, Orhan Gencebay gibi dönemin ünlü isimlerini oynatmış ve bu filmlerde “kumarın, alkolün, batı kültürünün ya da burjuva yaşamının yozlaştırdığı, kurtuluşu geleneksel ve dini değerlerde arayan kişilerin öykülerini” anlatmayı başarmıştır.
Vefatından bir yıl önce (2008) TBMM “Üstün Hizmet Madalyası” ve Kültür Bakanlığı “Sinema Emek Ödülü” takdim edilen Yücel Çakmaklı, 23 Ağustos 2009’da vefat etti ve Zincirlikuyu Mezarlığı’nda sırlandı.
Sinemamızı “Vurun Kahpeye” çukurundan Türkan Şoray’lı “Birleşen Yollar”, “Çözülmeler”, “Denizin Kanı”, “Küçük Ağa”, “Kuruluş”, “Bir Adam Yaratmak”, “4. Murat”, “Hacı Arif Bey”, “Aliş ile Zeynep” seviyesine yükselten Büyük Usta’ya bir kez daha rahmetler diliyoruz.Yücel Çakmaklı’nın yönettiği filmler
Cumbadan Rumbaya, 2004
Emir Sultan 1997
Son Türbedar, 1996
Kanayan Yara - Bosna Mavi Karanlık, 1994
Kanayan Bosna, 1993
Bişr-i Hafi/ Bir Zamanlar Sarhoştu, 1992
Mümin ile Kafir, 1992
Kurdoğlu/ Osmanlı Bedel İster, 1991
Minyeli Abdullah 1-2, 1989-1990
Sahibini Arayan Madalya, 1989
Kuruluş-Osmancık, 1987
Aliş ile Zeynep, 1984
Küçük Ağa, 1983
Hacı Arif Bey, 1982
IV. Murat, 1980
Denizin Kanı, 1978
Bağrıyanık Ömer ile Güzel Zeynep, 1978
Oynaş, 1977
Öyle bir Özleyiş ki 1977
Çok Sesli Bir Ölüm, 1977
Çözülme, 1977
Bir Adam Yaratmak, 1977
Diriliş, 1974
Garip Kuş, 1974
Kızım Ayşe, 1974
Memleketim, 1974
Ben Doğarken Ölmüşüm, 1973
Oğlum Osman, 1973
Çile, 1972
Zehra, 1972
Birleşen Yollar, 1970
Yorum Yaz