MUTLU SONLA BİTERDİ O FİLMLER…

SİNEMA

Türk sinemasında ‘umut’ nerede derseniz size Yeşilçam’ı işaret ederim. Seyirci, doğulu tevekkül anlayışının karşılığını beyazperdeye yansıtan, iyiliğin kıymetli bulunduğu, acı çekse, yanlış anlaşılsa, kötülüğe ve acılara maruz kalsa da temiz, dürüst, adalet duygusuna sahip, merhameti ve sevmeyi bilen insanların nihayetinde hak ettiği güzelliklere kavuşacağı duygusunu yaşatan filmlere ilgi gösterirdi. Ve o filmler hep mutlu sonla biterdi…

 

Beyazperdeye yansıyan hikâyeler bizi yaşanan dünyanın bütün korkularından, kaygılarından, endişelerinden bir, iki saatliğine uzaklaştırıp bambaşka bir kurmacanın içine davet eder. Senaristin kaleminden çıkan anlatılar yönetmenin mahareti oyuncuların yetkinliğine göre seyircinin kahramanlarla özdeşim kurmasını sağlar. Esas kızla bir yola çıkar, esas oğlanın başkaldırdığı babasına kızar, mahallelinin hasta olan delikanlı için dayanışmasını gözlerimiz yaşararak izler, kahramanımızın hayaline ortak olur, onun mücadelesine, kavgasına, çatışmalarına kendisiyle hesaplaşmalarına şahitlik ederiz. 

 

Bize sunulan macera, aksiyon, fantastik dünyalar en temelde hep duygularımızı harekete geçirmeye yöneliktir. Bu yüzden sinemanın gücü çoğu kez ruhumuzda derin izler bırakır. Sözü olan, bir derdi olan filmleri unutmayız kolay kolay; kimi sahneler mıh gibi kalır, kimi cümleler dönüp durur aklımızda. Film bitip ışıklar yandığında hayatın gerçekliğine geri dönerken izlediğimiz hikâye zihnimizde hakikate dair bir fikir uyandırmışsa yönetmen de maksadına ulaşmış demektir.

 

HOLLYWOOD’UN UMUT TACİRLİĞİ BURAYA KADAR

 

Buna karşılık insanlığın yok oluşuna odaklı, karanlık, kasvetli distopik filmler, sahte ‘kahramanlar’ ile adalet dağıtan yaldızlı, yıldızlı aksiyonlar, haz ve hız çağı insanına ‘keyifli zaman’ pazarlayan efekt harikası yapımlar elbette sadece ‘endüstriyel’ ürün olarak salonlardaki yerini alır. Seyirciye gülmesi, ağlaması, şaşırması, korkması gerektiği anları söyleyen bu ‘iş’ler umudu sadece ‘süper güç’lere bağlayıp sizin sisteme biat etmenizi ister. Dünyayı kötülerden kurtaracak ve dünya halklarının güvenli bir hayat yaşamasını sağlayacak olanlar Hollywood’un işaretlediği ‘kahramanlar’dır sadece. Felaketler ardı ardına gelmeye başladığında ‘umut’ bağlanan da hep onlardır.

 

Oysa gerçekte Vietnam’dan Afganistan’a, Angola’dan Irak’a demokrasi getireceğim diyerek işgal ettiği ülkelere kukla yönetimler getiren ABD, bu gerçeği sinema yoluyla tahrif etmeyi ustalıkla başardı. Kendi karanlığını gizlemek için filmler yoluyla umut tacirliği yaptı. Uzunca bir dönem karşılık bulan bu yalanlar artık aynı etkiyi oluşturmuyor. Seyirci, hakikate uyandı. Tıpkı küresel medya gibi Hollywood’un ipliği de pazara çıktı. O yaldızlı filmlerdeki umut tacirliği ve ‘insanlığı kurtaran yürekli ABD’li kahraman’ masalları eskisi gibi alıcı bulmuyor.  

 

HEP İYİLERİN KAZANDIĞI YEŞİLÇAM 

 

Hollywood’da hâl böyleyken Türk sinemasında ‘umut’ nerede derseniz size Yeşilçam’ı işaret ederim. Çocukluğumuzun siyah beyaz dünyasını renklendiren Yeşilçam filmleri şimdilerde nostaljik birer unsur olarak hatırlanıyor. Tüm klişeleri, birbirini tekrar eden hikâyeleri, karton karakterlerine rağmen samimi, insanî duyguları temel alan senaryoları ile diğer sanat dallarından daha çok karşılık gördü sinema ülkemizde. 

 

Türk sinemasının ‘Yeşilçam’ olarak adlandırıldığı yıllarda çekilen filmlerin ortak noktası hikâye nasıl başlarsa başlasın içerdiği ‘umut’ ve finaldeki mutlu sonlardı. İyiyle kötünün mücadelesi hep iyiler lehine biterdi. Seyirci, doğulu tevekkül anlayışının karşılığını beyazperdeye yansıtan, iyiliğin kıymetli bulunduğu, acı çekse, yanlış anlaşılsa, kötülüğe ve acılara maruz kalsa da temiz, dürüst, adalet duygusuna sahip, merhameti ve sevmeyi bilen insanların nihayetinde hak ettiği güzelliklere kavuşacağı duygusunu yaşatan filmlere ilgi gösterirdi. Bülent Oran, Safa Önal gibi usta senaristler de halkı iyi tanıdıklarından bu beklentileri fazlasıyla karşılayacak melodramlar yazdılar yıllarca.  

 

SİNEMA İDEOLOJİYE TESLİM OLURSA… 

 

1990’lar ve 2000’lerden itibaren ortaya çıkan Yeni Türk sineması ise Yeşilçam’dan çok farklı bir çizgide hatta belli birkaç yönetmen haricinde Yeşilçam mirasını reddederek yoluna devam etti. İdeolojik bakış ve ‘muhalif’ olma güdüsünün belirleyici olduğu bir sinema iklimi inşa edildi. 1990’lı yılların siyasi atmosferinin de beraberinde getirdiği bu bakış ne yazık ki bir süre sonra özellikle ‘sanat’ sinemasında kesif bir umutsuzluğun hâkim olmasına yol açtı. 

 

Ülkenin siyasal ortamı hakkında ana muhalefet partisinden daha çok söz söyleme görevini üstlenen sinemacılar ülkesine, toplumuna, kimliğine yabancılaşmış bir zihinsel zeminden yetiştiği için bu umutsuzluk -birkaç istisna yönetmen dışında- sinema dili olarak benimsendi. Artık festivallerde ödül almak, yurtdışında itibar görmek, alkış almak, sinema çevrelerinde makbul sayılmak isteyenler ülkeyi karanlık, yaşanmaz bir atmosfer şeklinde tarif eden, toplumunu, insanını küçümseyen, aşağılayan, kötüleyen filmler çekmeye başladı. İyi niyetli toplumsal eleştirilerin ötesinde kötücül bir bakışın ürünü olan bu işler yurt dışı festivallerde de karşılık buldukça artık yapımlarda nitelik de gözetilmemeye başlandı. Özellikle taşrayı merkez alan ve adeta furyaya dönüşen festival filmlerinde Hollywood’un Ortadoğu’da geçen yapımlarında kullandığı sarı filtreyi aratmayacak bir ezberle karanlık ve kasvetli bir Türkiye fotoğrafı servis edilmeye başlandı. Bu iştahlı anlatılarla yetinmeyen yönetmenlerle oyuncular yurtiçi ve yurt dışında ödül aldıkları festival kürsülerinde içinden çıktıkları coğrafyayı, milleti ve ülkeyi karalamaya devam ettiler. Öyle ki sinema sektöründe söz sahibi olduğunu düşünen çevrelerin bu ideolojik saplantıları festival organizasyonlarını baltalamaya kadar uzandı. 

 

Türkiye Yüzyılı mottosuyla dünyanın umudu olan bir ülkenin ve toplumun kendi sinemasında ‘ama biz insanı, insanlık hallerini anlatıyoruz’ bahanesinin ardına sığınarak sürekli kötücül hikâyelerle tasvir edilmesi nereden baksak acıklı ve utanç verici. 

 

Sinemada kendimize dönmemizin, bu toprağın hikâyelerini, medeniyet ufkunu, hele de bugünlerde en çok ihtiyaç duyulan insan olma erdemine dair sayısız kaynaktan damıtılabilecek birikimini anlatabilmemizin yolu kültür ve sanatı birincil meselemiz haline getirmekten geçiyor. Aksi halde tüm dünyanın umutla beklediği Türkler, sinema perdesinde kâbus dolu karanlıklar ülkesinin insanları olarak anlatılmaya devam eder…

Yorum Yaz