Litros Sanat
Türkiye'nin Dijital Kültür Sanat Gazetesi
Bir müziğin özgürlük bulmuş hali caz müzik… Türkiye’de düzenlenen caz festivalleri sayesinde adını geniş kitlelere duyurmuş ve yükselişe geçmiş olan Caz müzik dünü ve bugünü ile bizleri etkilemeye devam ediyor. Türkiye’de ise yapılan caz festivalleri sayesinde geniş kitlelere ulaşmış ve ulaşmakta olan caz müziğin ruhunu, doğasını Türkiye’deki durumunu ve festivallerin caz müzik için önemini; baterist Ferit Odman, piyanist Kerem Görsev, santur sanatçısı Sedat Anar, caz yazarı ve editör Feridun Ertaşkan ve etnomüzikolog, besteci Mustafa Avcı Litros Sanat’a anlattılar.
Özgün müziğin ruhu olan caz, dünyayı doğaçlama ve bitmeyen sürekli evrilen değişimiyle kavurmuş olan müzik türüdür. Kökünü Amerika’dan alan ve dünyayı kasıp kavuran caz müziği ülkemize 90’lı yıllarda girip büyük bir etki uyandırdı. Sürekli değişen ve evrilen tarihiyle birçok müzik türüne de uyum sağlayan caz müzik özgün ve kendine has tarzıyla yıllar boyunca herkesin dikkatini çeken bir müzik türü olarak varlığını devam ettiriyor. Türkiye’de ise yapılan caz festivalleri sayesinde geniş kitlelere ulaşmış ve ulaşmakta olan caz müziğin ruhunu, doğasını Türkiye’deki durumunu ve festivallerin caz müzik için önemini; baterist Ferit Odman, piyanist Kerem Görsev, santur sanatçısı Sedat Anar, caz yazarı ve editör Feridun Ertaşkan ve etnomüzikolog, besteci Mustafa Avcı Litros Sanat’a anlattılar.
Caz müzik her dönem kendini yeniliyor
Ferit Odman (Baterist): Caz müziğinin ülkemizde ve dünyada karşılığı biraz farklı diyebilirim. Dünyada caz, özellikle ABD ve Avrupa’da köklü bir geleneğe sahip; büyük şehirlerdeki kulüplerden festivallere kadar geniş bir sahnede kendine yer bulmuş durumda. Ülkemizde ise ne yazık ki bu kadar yaygın değil ve İstanbul’la sınırlı diyebilirim. Caz müziğiyle ilgilenen, onu içselleştiren bir kitle var ama geniş kitleler arasında henüz popüler değil. Yine de son yıllarda gençlerin bu müziğe olan ilgisinin arttığını görmek mutluluk verici.
Caz müziği 20. yüzyılın başında Amerika’da doğdu ve oradan dünyaya yayıldı, ama tabii ki başladığı gibi kalmadı. Caz, doğası gereği sürekli evrilen, yeni stilleri bünyesine katan bir tür olarak biliyoruz. Swing’den Bebop’a, ardından benim en sevdiğim dönem olan post-bop, daha sonra Avant-Garde ve Fusion gibi farklı dönemlerden geçti. Bence cazın büyüsü burada yatıyor; hem köklü bir mirasa sahip hem de her dönem kendini yenileyebiliyor. Bu yenilikler, cazın evrenselliğini ve devamlılığını sağlıyor.
Festivaller sayesinde geniş kitlelere ulaşıyor
Ülkemizde caz müziği, 1950’lerde İstanbul’daki kulüplerde duyulmaya başladı diyebiliriz. O dönemin genç müzisyenleri, cazı İstanbul’da tanıtmak ve geliştirmek için büyük emek verdiler. Okay Temiz, Maffy Falay gibi harika müzisyenlerimiz Avrupa’ya da açıldı. Zamanla caz festivalleri başladı ve bu sayede daha geniş kitlelere ulaştı. Günümüzde caz müziği Türkiye’de daha çok entelektüel çevreler tarafından biliniyor, ama son yıllarda festivallerin artması ile daha fazla kişiye ulaşmaya başladı.
Caz festivalleri, müziğin kitlesel bir boyut kazanmasını sağlamak için çok önemli bir araç oldu. Özellikle İstanbul Caz Festivali ve Akbank Caz Festivali gibi köklü organizasyonlar sayesinde caz müziği çok daha geniş bir dinleyici kitlesine ulaştı. Bu festivallerin, genç müzisyenlerin ve yeni dinleyicilerin cazla tanışmasına vesile olduğunu düşünüyorum. Festival atmosferi, caz müziğini tanıtmak için önemli bir platform yaratıyor.
Günümüzde sadece caz müzik üzerine etkinlik düzenleyen mekanların sayısı maalesef az olduğunu görüyoruz. İstanbul’da belli başlı caz kulüpleri var ama daha fazla olmasını dilerdim. Bu mekanların caz müziğinin geleceği için kritik önemde olduğunu düşünüyorum. Caz kulüpleri, müziğin doğal habitatı; burada hem müzisyenler kendilerini geliştirme şansı buluyor, hem de dinleyiciler gerçek caz ruhunu deneyimleyebiliyorlar.
Dünyanın herhangi bir yerindeki müziğe uyum sağlar
Sedat Anar ( Müzisyen): Caz, kaynaşım ve etkileşimden korkmayan bir müzik türü olarak karşımıza çıkar. Cazın en büyük özelliği her müziği içine alıp sentezleyebilen bir yapıya sahip olmasıdır. Caz, dünyanın herhangi bir yerindeki müziğe uyum sağlamayı başarır. Günümüzde yeteri kadar bilindiğini düşünüyorum. Caz, fonograf ve plaklardan sonra filmler ve radyolar aracılığıyla da milyonlarca insana ulaştı; ve caz teknoloji sayesinde yeni müziklerle buluştu. Kayıtların en güzel yanı, uzak kültürlerin birbiriyle temasını sağlamasıdır. Dünyaya açılan caz, dünyanın hemen hemen her ülkesinde kendi kendini var etti. Müzisyenler kendi ülkelerindeki geleneksel ritim kalıplarını caza uyarladılar. Yıllar içinde Amerikan cazından uzaklaşıp kendi seslerini buldular. Cazdaki yenilikçi ve yaratıcı gelişmelerin çoğu yerel müzik geleneklerini Amerikan cazı ile etkileşime sokabilen müzisyenler sayesinde oldu. 20. yüzyılın ilk yarısında caz dinamik bir müzik türü olarak geniş kitlelerin sevgisini kazandığı kadar klasik müzik üzerinde bile etkisini gösterdi. Debussy, Ravel, Satie, Stravinsky, Hindemith, Milhaud ve Copland gibi besteciler bu etkiyi müziklerine yansıttılar.
Provasız hazırlıksız bir seslendirme sanatı
Caz bir halkın kendini ifade etme biçimi olarak doğmuştur. 19. yüzyıl sonlarında Afrika’dan Amerika’ya getirilen kölelerin New Orleans’ta, Afrika müziği ile Amerikan müziklerini harmanlayarak ortaya çıkardıkları bir müzik türüdür. Caz, Amerikalı siyahilerin din dışı müziğidir. Türlü müziklerin bir araya gelip kaynaşmasıyla ortaya çıkar. Dönemin Amerika’sında neredeyse bütün hakları elinden alınmış Afro-Amerikan müzisyenlerin yaşamlarını ve hislerini anlatabilmek için buldukları müzik türüdür. Amerika’nın eşsiz yerli sanat formudur. Müziği önceden hazırlanmaksızın prova yapmaksızın aynı zamanda hem bestelemek hem de seslendirmek sanatıdır. Doğuşunda dansın etkili olduğu bir müzik türüdür.
Başlangıçta caz, dinleyiciler tarafından hor görüldü. Sonrasında ilgi görmeye başlayıp dünyaya yayıldı. Müzik, insanın konuşmayan bir canlı olduğu zamanları hatırlatarak söylen(e)meyeni söylemenin yolunu açmayı başarır. Cazda da bunu görürüz. Caz, siyahilerin normalde söyleyemediklerini müzik sırasında tamamen doğaçlamalar yaparak o anda söylemesidir. Caz sadece bir müzik yaratmakla kalmadı, bir moda ve bu müziğin takipçilerinin ‘gösteren’ olarak kullandıkları bir konuşma dili, bir jargon da yarattı. Müzik dili de ortaktı. Ufak bir kâğıt parçasına bakarak insanlar bütün bir gece boyunca çalabiliyordu. Bu ufak kâğıt parçasıyla ne yapılması gerektiğini herkes hemen anlayabiliyordu, işin aslı, çoğunlukla ortada bir kâğıt da olmazdı. Kurallar, topluluğun bünyesinde bilinirdi; girişte melodi çalınır, ardından sololar, belki davulla atışmalar gelir, ana melodiye dönmeden önce belki de toplu şekilde çalınırdı. Ayrıca melodik malzemeyi akor değişimleriyle ilişkilendirmenin –akorun üst uzantılarını, uzatılmış akorları, daha karmaşık armonileri çalmanın– on yıllar zarfında şekillenmiş, bilinen, kabul görmüş, karşı çıkarak dönüştürülmüş çeşitli yolları vardı. Biçim de içerik de mevcuttu, bunlar toplumsal ve müzikal olarak şekillenmişti ve bu sıkı kurallar dizgesi çerçevesinde muazzam bir yaratıcılık, dışavurum ve serpilme ortaya çıkmıştı.
Erken Cumhuriyet döneminde yok sayıldı
Cazın Türkiye’deki tarihine bakacak olursak karşımıza çıkacak ilk kaynaklar, Cüneyt Sermet’in Cazın İçinden ve İlhan Mimaroğlu’nun Caz Sanatı adlı kitaplarıdır. Hem akademik hem de akademik olmayan çalışmalar arasında Türkiye’nin caz tarihine ilişkin çok az kaynak vardır. Bu kaynakların çoğunu caz müzisyenleriyle söyleşiler, kitap bölümü, makale ve köşe yazısı tarzında metinler oluşturur. Türkiye’de cazın tarihi üzerine ilk kaynağı kaleme alan İlhan Mimaroğlu Caz Sanatı adlı kitabında cazın Türkiye’ye Levon Avigdor ile geldiğini anlatmıştır. Ama daha öncesi de vardır bu başlangıcın. Türkiye’de caz Avigdor’dan daha önce, İstanbul’un işgal yıllarında taşıdığı çok kültürlü ve ulus ötesi karakteri ticari bir fırsat olarak görüp cazın gelişimine ön ayak olan girişimci Frederick Bruce Thomas adlı bir Afro-Amerikan ile başlar. 1919’da Şişli’de Anglo-American Garden Villa adıyla bir mekân açar. Bu mekânda ağırlıklı olarak ABD personeline ve işgalci İngilizlere hizmet verir.
Erken Cumhuriyet Dönemi’nde Kemalist kadrolar Doğu ve Batı’nın çeşitli popüler müzik örneklerini toptan yok saymışlardır. Mesela, caz gibi yeni, popüler müzik türlerine olumsuz bir tavır sergilemişlerdi. Bu tavır açık bir şekilde Halkevleri dergilerinde görülebilir. Cemal Vuruşkan, 1947’de çıkmış olan, Çukurova/Adana Halkevi dergisinin 6. Sayısında şöyle der:
‘‘Son zamanlarda gençlerimizi hastalık halinde saran ve çabuk yayılan caz müziğini yüksek ve istenen müzik gibi göstermekten kaçınmalıdır. Bu gibi müziği dinlemek için değil de ancak danslı toplantılarda çalınmasına müsaade edilmelidir. Bu kötü müzikle şiddetle mücadele etmek lazımdır.’’ Sadece Vuruşkan değil, Başka bir entelektüel Ecvet Güresin de cazı şöyle eleştirdi: “Caz müziği ‘Amerikan zencilerinin yamyam ruhlarının’ bir tezahürü olan ‘bu yeni musiki türü’ yeni Türkiye’nin modern gençlerini şaraba, viskiye ve fuhşa göndermeye devam edecektir.”
Türkiye’de radyo aracılığıyla duyuldu
Türkiye caz tarihine baktığımızda 1930’lar çok önemlidir. Bu dönemde Viktor Kohenka, Haris Akıncı ve Arto Haçaturyan gibi caz müzisyenlerini görürüz. Cüneyt Sermet, Türkiye’deki cazın oluşumunda önce Ermeni sonra da Yahudi müzisyenlerin etkili olduğunu söyler ve sonraki süreçte de Arif Mardin başta olmak üzere İsmet Sıral, Erol Pekcan, Emin Fındıkoğlu gibi Türkiye’de caza büyük katkı sunan isimleri sıralar. 1940’lı yıllarda Arto Haçaturyan ve kardeşi Dikran, Swing Amatör adlı bir caz grubu kurar. Klarnetçi Hrant Lusigyan’ın da yer aldığı grup 1946’ya kadar İstanbul’da seri konserler verir. 1940’lı yıllardan itibaren Sevinç ve Sevim Tevs kardeşler caz orkestrası kadroları içinde ses ve yorumculukları ile kendilerini göstermeye başlar. Caz müziğinin ülkemizde en çok gelişim gösterdiği 40’lı ve 60’lı yıllar arasındaki süreçte ilk kadın yorumcular olarak ön plana çıkmıştır.
Peki Türkiye’de caz nasıl oldu da elit ve seçkin bir tabakaya ulaştı? Türkiye 1952’de NATO’ya üye oldu. Ülkenin farklı şehirlerinde kurulan üslerde görev yapmaya başlayan Amerikan askerlerinin de cazın yayılmasında ve sevilmesinde etkisi oldu. 1955 yılında açılan ilk yabancı sermayeli otel olan Hilton’un Şadırvan adlı kulübünde caz dışında herhangi bir müzik çalınmıyordu. Bu salonun gerçek anlamda ilk caz kulübü olması da cazın Türkiye’de sevilmesinde etkili oldu. Hatta bu gelişmeyle o güne kadar pek itibar edilmeyen Türk caz müzisyenleri elit bir tabakaya müzik yapan kişiler olarak kendilerini üst sınıfa yerleştirmeye başladılar.
Türkiye’de cazın tarihine baktığımızda radyonun önemli bir araç olduğunu görürüz zira caz, Türkiye’de radyo aracılığıyla duyulmuştur. Radyolar 1990’lı yıllara kadar –özel radyolar kuruluna dek– devlet kontrolünde yayın yapardı. Türkiye’de radyonun ilk yıllarında müzik politikalarının değişiminde ağırlıklı olarak klasik Batı müziği yayını yapılırdı. Yerel müziğe yani halk müziğine de Batı müziği kadar olmasa da yer verilirdi. Radyo yayını 1940’lı yıllarda daha çok kişiye ulaşınca Türkiye’de azımsanmayacak bir caz dinleyicisi oluşmuş oldu. Talepler doğrultusunda İstanbul ve Ankara istasyonlarında caz ve dans orkestraları kuruldu. 1930’ların başında kültür politikasını yaymak amacıyla kurulan Halkevleri, Türkiye’de erken dönem cazın gelişimine önemli imkânlar sağladı. Caz, ülkenin en ücra yerlerine kadar ulaştı. Hatta Uşak, Çanakkale ve Kadıköy Halkevlerinde “caz takımları” bile kuruldu.
“Ramazan’da Caz” Türkiye’nin en önemli festivali
Caz, özellikle 1950-1970 yılları arasında altın devrini yaşadı ve dünyanın her yerinde plaklar, konserler, festivaller ve özellikle de önce radyo, daha sonra da televizyonlar aracılığıyla dinleyicilere ulaştı. Festivaller bunlardan biri sadece. Türkiye’ye baktığımız zaman 80’li yıllarda caz müziği Türkiye’de büyük bir duraklama dönemine girer. Ülkenin değişen siyasi atmosferinden ötürü çok az sayıda caz albümü yayınlanabilmiştir. 1982’de Süheyl Denizci şefliğinde TRT Caz Orkestrası kurulur. Kısıtlı bir repertuvarla yola çıkan orkestra zamanla ülkemizde caz dinleyicisinin artmasına vesile olmuştur. Caz dinleyicisinin artmasının sebeplerinden biri de caz festivalleridir. 1985-1989 arasında gerçekleşen Bilsak Caz Festivali, Akbank Uluslararası Caz Festivali (1991) ve İKSV’nin 1994’ten beri düzenlediği İstanbul Caz Festivali dünya çapında caz müzisyenlerinin sahne aldığı festivaller olmuştur. İlerleyen dönemde İstanbul, Ankara ve İzmir gibi yerler dışında da caz festivalleri yapılmaya başlandı ve her yıl devam etti. Bunun en güzel örneği yıllardır devam eden Afyonkarahisar Caz Festivali’dir.
Bana göre Türkiye’deki en önemli caz festivali, ‘Ramazan’da Caz’ adlı festivalidir. 2010’da İstanbul’un Avrupa Kültür Başkenti seçilmesiyle Hakan Erdoğan tam da İstanbul’a “Ramazan'da Caz” adlı bir festival projesi hazırladı. Festivalin provokatif bir adı olduğunu düşünen insanlar da oldu zira birçok insana göre ortada bir araya gelemeyecek iki kavram vardı. Ama Hakan Erdoğan “Neden olmasın?” dedi. Nasıl ki İslam ve caz kelimelerinin bir araya gelmesine şaşıranlar olduğu gibi, Ramazan ve caz kelimelerinin bir araya gelmesine şaşıranlar da oldu.
Bu projede Anouar Brahem Quartet, Ahmad Jamal, Dhafer Youssef Quartet, Dede Efendi Ensemble – Münip Utandı İlhan Erşahin’s İstanbul Sessions, Abdullah İbrahim Trio, Aydın Esen Group ve Kudsi Ergüner Ensemble sahne aldı. Ahmad Jamal, Abdullah İbrahim ve Anouar Brahem dünyaca ünlü caz müzisyenleri sahne aldı. Hakan Erdoğan’ın başta korkuları olsa da festival yaklaşık 11.000 kişilik bir izleyici kitlesine ulaştı. Bu, beklenenin çok üstünde bir katılımdı. New York Times, BBC Farsi Euro News ve CNN International festivalin haberini yaptılar.
Her müzisyen kendi müziğini duyurmaya çalışır
2002 tarihinde ilk kez Nardis Jazz Club açıldı. Açıldığı günden bugüne haftada 6 gün canlı caz müziği konserleri verilen Galata’da bulunan Nardis Türkiye’de 20 yıla ulaşan yaşayan tek caz kulübüdür. Türkiye’deki caz müziğin yükselişinde en büyük katkı sağlayan mekanlardan biridir. Daha öncesinde Babylon vardı ama maalesef kapandı. Babylon, bırakın Türkiye’deki caz müziğinin yükselişini Türkiye’deki müzik tarihine inanılmaz bir katkısı olmuştur. Dünyanın her yerinden müzisyen sahne almıştır. Birçok müzisyenin yolu Babylon’dan geçmiştir. Bir okul işlevi görmüştür adeta.
Müzisyenin müziği icra edeceği mekanlar bulabilmesi kadar önemli bir şey yoktur. Her müzisyen kendi müziğini insanlara duyurmaya çalışır. Bu yüzden Türkiye’de sadece caz müzik üzerine etkinlik veren mekanların çoğalmasını isterim. Caz, Türkiye için popüler bir müzik ağına girmediği için caz müzisyenlerin müziğini icra edeceği yerlerde bir elin parmağını geçmiyor maalesef Türkiye’de.
Özgürlüğün müziği olarak görülüyor
Mustafa Avcı (Etnomüzikolog, Besteci): Caz, onu yaratan siyahi Amerikalı halk tarafından özgürlüğün müziği olarak görülüyor. Bu müziğin en büyüleyici yanı, kapsayıcılık kapasitesi; yani farklı gelenekleri kendi içinde nispeten daha demokratik bir şekilde işleyebilmesi, onlarla ortak bir dil yaratabilmesi ve elbette doğaçlamanın taşıdığı önem. Ülkemizde de bu tınılara ilgi gösterip ona kulak veren insanlar için bu müziğin benzer anlamlar taşıdığını düşünüyorum. Türkiye’de caz kelimesini bilmeyen pek olmasa da, bu müzikten keyif alan insan sayısının çok fazla olmadığını söyleyebiliriz. Bunun belli başlı sebepleri var: Öncelikle Türkiye, çok güçlü bir müzik kültürüne sahip ve dinleyiciler buralı melodilerle birlikte Türkçe şarkı sözlerine büyük önem veriyor. Cazın ağırlıklı olarak enstrümantal bir müzik olması ve caz standartları adı verilen caz klasiklerinin sözlerinin İngilizce olması, Türkçe dinlemeyi tercih eden genel dinleyici için bir handikap oluşturuyor. Buna rağmen Türkiye, caz müziğine her zaman yakın ilgi göstermiş ve cazın gelişiminde hiç de azımsanmayacak bir rol oynamıştır diyebiliriz. Özellikle 1950’li yıllarla birlikte önemli caz müzisyenleri yetiştirmiş, Anadolu müzik kültürüyle cazı harmanlayan çok önemli müzik projelerine ev sahipliği yapmıştır. Son 20-25 yılda ise caz icra eden çok daha geniş bir müzisyen kitlesi ortaya çıkmıştır. Hatta "jazz" kelimesini alıp Türkçeleştirerek “caz” yapmışız; bu bile onun önemi hakkında bize çok şey anlatıyor. Son olarak Türkçe sözlü ve buralı caz eserleri yaygınlaştıkça dinleyici kitlesinin daha da genişlediğini ve genişleyeceğini görüyoruz.
Kültürle ilgili çalışmalar yapan biri olarak, kültür hakkında genellemeler yapmanın yanıltıcı olabileceğini rahatlıkla söyleyebilirim. Buna karşın yapmakta sakınca görmeyeceğim bir başka genelleme ise, hiçbir müziğin veya genel olarak hiçbir kültürel ürünün ortaya çıktığı dönemdeki gibi kalmayacağı, sürekli değişeceği olur. Caz da diğer tüm müzikler ve kültürel ürünler gibi, içinde doğduğu toplumsal koşulların bir ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Cazı ortaya çıkaran bu koşullar değiştikçe caz da değişmiş ve bu karşılıklı değişim ve etkileşim süreci günümüze kadar devam etmiştir.
Her şeyden önce, cazı var eden koşulların başında Amerika’daki Afrika kökenli Amerikalıların kölelik deneyimi gelir. Afrika’da özgürlüklerini kaybedip Amerika’ya gemilerle getirildikleri andan itibaren, bu insanlar insanlıklarından, dillerinden, dinlerinden ve sahip oldukları tüm maddi varlıklardan koparıldılar ve en iyi ihtimalle bir 'alt-insan' olarak yeniden tanımlandılar. Bu insanların ellerinde sadece müzikleri ve dansları kaldı. Köle gemilerinde dans etmelerine ve şarkı söylemelerine, fiziksel formlarını korumaları için izin verildiğini biliyoruz. Aynı şekilde, plantasyonlarda da müzik yapmalarına üretimi artırdığı, daha uzun saatler ve zor koşullarda çalışmalarını sağladığı için izin veriliyordu. Düşününce ne kadar korkunç; zira müziği hep olumlu bir şey olarak düşünürüz. Burada müzik, köleleştirilmiş siyah halkın direncini artırdığı için elbette onlara çok önemli bir güç veriyor. Ancak kolonyalistler açısından bakarsak, müziğin insanlık dışı bir amaçla kullanıldığını görüyoruz. Bu durum, bana ineklere daha çok süt versinler diye müzik dinletilmesini anımsatıyor; hem inekler, hem insanlık, hem de müzik açısından içimi çok acıtan bir durum bu.
Müzik ayrıca birçok devlet tarafından işkence ve zulüm aracı olarak kullanılıyor; bu gibi kullanılmalara bakıldığında müziğin doğrudan bir kötülük aracı olduğu şüphe götürmez bir gerçektir. Fakat, hem dünya hem de insanlık ve müzik için asıl tehlikeli olan, az önce bahsettiğim örnekte olduğu gibi müziğin ikircikli ve müphem kullanımlarıdır. Duygusal halı yıkamacı kardeşler bir videolarında, müziği bir tür 'güzel zulüm' olarak tarif etmişler. Müziğin karanlık tarafını çalışan bir akademisyen olarak duyduğum andan itibaren bu ifadenin üstüne düşünüyorum.Zalim köle sahipleri, yaşadıkları kötü hayata katlanabilmeleri için kölelere müzik yapma izni vererek aslında onlara zulüm etmektedirler. Buna karşın köleler açısından bakıldığında, müzik çok büyük ihtimalle, kölelerin hayatındaki yegane güzellikti. Dolayısıyla müziğin buradaki durumu, kelimenin tam anlamıyla bir ‘güzel zulüm’ olarak tanımlanabilir.
Cazın doğuşu efsanevi bir olaydır
Yine de, insanlık tarihinde örneğine rastlanmayacak kadar ağır ve uzun süreli bir zulme uğrayan bu halk, insanlığını bile kaybettiği kölelikten, Amerikan beyaz kültürünü bile dönüştürecek olan muazzam kültürel ürünlerle çıkmayı başarmıştır. Düşünsenize, hiçbir şeyiniz yok, bir tür 'alt-insan' hatta hayvan olarak görülüyorsunuz, alınıp satılıyorsunuz; yine de her şeye rağmen Amerika ve dünya sanatını dönüştürebilecek bir müzik sanatı yaratıyorsunuz. Blues ve cazın doğuşu, işte bu yüzden efsane bir olaydır. Caz, uzun yıllardır tüm dünyada klasik batı müziği gibi bir sanat müziği olarak kabul görüyor. Kendine has, çok gelişmiş bir armonik dili, formu, üslubu ve icra anlayışı var. Cazın bu noktaya sadece otuz yıl gibi kısa bir sürede gelmesi de ayrıca takdire şayan.
Caz müziği, 1890’lı yıllarda Amerika’da ortaya çıkmış ve 1920’lere gelindiğinde dünyanın belli başlı merkezlerinde caz grupları müzik icra etmeye başlamıştır. İstanbul'da da benzer bir şekilde 1920’lere doğru cazbantlar şehrin eğlence hayatında boy göstermeye başlamıştır. Fokstrot, çarliston, tango ve vals gibi salon danslarının oldukça popüler olduğu bu dönem, bir 'dans salgını' olarak anılır ve 1930'ların ortalarına kadar devam eder. Bu yıllarda sadece İstanbul’da yüzlerce dans salonu açılmış; cazbantlar ve çeşitli orkestralar dans müzikleri çalmıştır. Bu ilginin birkaç nedeni var. Öncelikle, cazın İstanbul’da yayılmaya başladığı yıllarda şehrin çok kültürlü (özellikle Avrupa’ya daha açık olan Rum, Ermeni, Yahudi ve Levanten topluluklar) yapısından bahsetmek gerek. Ayrıca mütareke yıllarında İstanbul’da bulunan işgal kuvvetlerinin etkisinden ve son olarak da Rusya’da yaşanan devrim sonrası İstanbul’a göç eden Beyaz Rusların etkisini göz ardı etmemek gerekir.
Bu dönemin ardından gelen cumhuriyet döneminde yerli cazcıların yetişmeye başladığını görüyoruz. Özellikle Türkiyeli gayrimüslim müzisyenlerin temellerini attığı yerli caz sahnesi, zamanla Türk müzisyenlerin de katılımıyla genişlemiştir. Bu müzisyenler arasında başta Gregor Kelekyan, Leon Avigdor, Gidon Kornfilt, olmak üzere Şadan Çaylıgil, Hırant Lusigyan, İsmet Sıral, Berç Kaya, Halis Akıncı, Cüneyt Sermet, Aleks Keleci, Fazıl Abrak, Arto Haçaturyan, Orhan Avşar, Yorgo Efstratyadis, Dikran Haçaturyan, Viktor Kohenka, Arif Mardin, Faruk Akel, Sevinç Tevs ve daha birçok müzisyen sayılabilir.
Yerel seslerle caz müzik harmanlandı
Osmanlı-Türk makam müziği geleneğinin bir başka etkisi ise özellikle Dave Brubeck sayesinde caz müziğine giren aksak ritimlerdir. Bu noktada akıllara gelen ilk şarkı, tüm zamanların en çok satan caz şarkısı olan 5 zamanlı 'Take Five' ve aynı plağın B yüzünde yer alan 9 zamanlı 'Blue Rondo à la Turk'tür. Türk müzisyenlerin caza katkılarından biri de Ahmet ve Nesuhi Ertegün ile Arif Mardin'in cazla olan ilişkisidir. Ertegünlerin katkısı, 1934-1944 yılları arasında babaları Münir Ertegün’ün Washington büyükelçiliği yaptığı dönemde başlamıştır. Cazla yakından ilgilenen Arif ve Nesuhi bu yıllarda ırk ayrımcılığının zirvede olduğu Washington’da caz müzisyenlerini büyükelçilikte ağırlamışlar, hatta karışık konserler düzenlemişler ve dolayısıyla bu müzisyenlerle önemli bir sosyal dayanışma sergilemişlerdir. Bu davetler, 2011 yılında Amerikan Temsilciler Meclisi tarafından onurlandırılmıştır. Bu arada ilgilisi için konuyla ilgili 2021 yapımı 'Kapıyı Açık Bırak' adlı bir belgesel filmin olduğunu belirtmek isterim. Ertegün kardeşlerin caz müziğine yaptıkları diğer önemli katkı ise 1947’de kurdukları Atlantic Records plak şirketi bünyesinde yaptıkları faaliyetlerdir. Arif Mardin'in de katılımıyla, bu şirket uzun yıllar caz müziğine yön vermiştir.
Türkiye’deki yerel sahneye geri dönecek olursal zaman içinde Türkiye’de caz gelişmiş ve yerel unsurları da içeren bir müzik ortaya çıkmıştır. Sadece Amerikan ve Avrupa cazını icra eden veya taklit eden bir müzikten ziyade, daha yerel sesleri cazla harmanlama çabaları gittikçe yaygınlaşmıştır. Bunun akla gelen ilk örneği, 1978 yılında çıkan Erol Pekcan, Tuna Ötenel ve Kudret Öztoprak’ın ‘Jazz Semai’ adlı albümüdür.
Türkiye’de cazın lüks mekanlarla ilişkisi her zaman bilinse de, 1955 yılında Hilton’un açılmasıyla birlikte cazın Türkiye’de daha elit bir müzik olarak algılanması belirginleşmiş ve 1980’lerle birlikte bu algı hızlanarak devam etmiştir. Müziğin yaşadığı bir diğer dönüm noktası, 1990’lı yıllarda önce Bilkent ardından da Bilgi Üniversitesi’nde caz bölümlerinin açılmasıdır. Her ne kadar bu iki bölüm kalıcı olmayıp, genel müzik bölümlerine dönüştürülmüş olsalar da,bu iki okuldan yetişen müzisyenler caz müziği sahnesine önemli katkılar sunmuştur. Bu iki bölümün ardından1999’da Yıldız Teknik Üniversitesi ve 2010’da Hacettepe Üniversitesi’nde caz eğitimi başlamıştır. Tarihsel olarak festivallerin ve caz kulüplerinin varlığının da cazın kabul görmesinde etkili olduğunu söyleyebiliriz. Özellikle 2000’lerle birlikte erkek müzisyenler tarafından domine edilen caz sahnesinde, daha fazla sayıda kadın müzisyenin yer almaya başlaması önemli bir gelişmedir.
Festivaller gücü ölçüsünde kültürel hayata yön verir
Festivaller ise bir yandan sanatın yaygınlaşmasını sağlarken bir yandan da adına düzenlendikleri sanatın (ve sanatçıların) kabul görmesini, hatta mutenalaşmasını teşvik ederler. Dolayısıyla, festivaller yapıları gereği piyasadan, siyasetten ve ideolojiden bağımsız düşünülemezler. Her festival, gücü ölçüsünde kültürel hayata yön verir. Türkiye’de ilk caz festivali 1980’lerin başında yapılmış; yıllar içinde, başta Bilsak, İKSV ve Akbank olmak üzere birçok caz festivali düzenlenmiştir. Bu festivaller sayesinde pek çok farklı caz müzisyeni ve grubu Türkiye’ye gelmiş; bazı konserler (Chick Corea, Miles Davis, Stan Getz, Dizzy Gillespie, Sun Ra gibi sanatçıların performansları) büyük heyecan yaratmıştır. Buna karşın, Türkiye’de konser vermeye gelen müzisyenlerin caz türünde müzik yapıp yapmadıkları, bu müzisyenlerin niteliği gibi konular da tartışma konusu olmaya devam etmiştir.
Bu kulüpler, cazın tarihsel mirasını sürdürmenin ötesinde, yeni yeteneklerin yetişmesine olanak tanıyan ve dinleyicileriiçine çeken özel ortamlar sunarlar. Özellikle canlı performans alanları, caz müziğin emprovizasyona dayalı karakterini dinleyicilere anlık ve yoğun bir şekilde hissettirme şansı tanıyor. Bu tür mekanlar, aynı zamanda müziğin farklı türlerle harmanlanarak yenilikçi bir hale gelmesinde de önemli bir rol oynuyor. Önümüzdeki yıllarda, bu kulüplere olan ilginin nasıl şekilleneceğini öngörmek pek mümkün olmasa da, bu mekanların varlıklarını korumalarının önemli olduğunu düşünüyorum.
Kesintisiz ilerleyen bir müzik türü
Feridun Ertaşkan (Caz yazarı, editör):Türkiye’de caz yeteri kadar biliniyor mu, evet biliniyor, ama daha fazla bilinse şüphesiz daha iyi olur. Türkiye caz müziğiyle yaklaşık yüz yıl önce tanıştı, aslına bakarsanız, Avrupa’nın cazla tanışması ile Türkiye’nin (o dönem Osmanlı) tanışması arasında iki-üç sene vardır. Bu konu az bilinir ama öyledir. Birinci Dünya Savaşı dönemi Avrupa’nın cazla tanıştığı yıllardır, zaten ABD’de dahi yeni bir müzik türü idi, hızla önce Avrupa’nın kalanına, oradan Rusya ve bizim topraklara kadar ulaştı.
Günümüzde caz müziği yüz yıllık görkemli geçmişinin gölgesinde kesintisiz ilerleyen, her zaman belirli bir dinleyici grubunun tercih ettiği müzik türü oldu. Bu sebeple, pop müzik kadar kitlesel dinlenen bir tür olmayabilir. Klasik müzik kadar organize de değildir ve kurumları yoktur, devlet ve yerel yönetimler tarafından pek destek görmez, buna rağmen, küçük, genç ve sadık dinleyici grubu bu orijinal müziği ayakta ve dinamik tutmayı başarmıştır. Müzik sektörü için öncü kimliğe sahip olduğu için festivallerin başlamasından tutun, plâk ve kayıt endüstrisinin gelişimine kadar her adımda cazın lider olma özelliği vardır. Bir diğer açıdan, ülke olarak geçmiş yıllarda az sayıda müzisyene sahip iken iki binlerden sonra uluslararası ölçekte müzisyen sayımız arttı, dinleyicisi de belli oranda çoğaldı.
Müzik endüstrisinin gelişimini tetikliyor
Caz ne yola çıktığı ABD’de, ne Avrupa veya başka bir ülkede başladığı günkü gibi çalınan bir müzik olmadı. Aksine, her on yılda bir içinden yeni müzikal yaklaşımlar çıkararak zenginleşti, çağın ve toplumların dinamik değişimini yakından takip etti, müzik endüstrisinin gelişimini tetikledi, lider olma özelliği bu alanda hâlâ sürmektedir. Caz, kendi içinden Pop, Soul, Rock’nRoll, R’n’B, Hip Hop, Rap, minimalist ve dans müzikleri gibi günümüzün kitlesel müzik türlerini çıkaran yaratıcı bir müzik türüdür. 20. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren etnik müziklerin de kendini ifade etmesinde cazın önemi vardır. Caz, değdiği her kültürü etkilemiş ya da kendini o kültüre uyarlamıştır.
Caz müziğin Türkiye’deki çıkış noktası İstanbul’dur. Birinci Dünya Savaşı dönemi İstanbul’un yerleşik kozmopolit kültürü Avrupa’dan gelen sanatsal etkilere oldukça açıktı, bu etkilerin içinde Batı müziği de vardı. Esenler Belediyesi’nin iki sene önce yayınladığı “Müzik İstanbul” isimli kapsamlı kitapta bu konu hakkında kaleme aldığım uzun bir makalem vardır, meraklısının bu kitabı okumasını tavsiye ederim, önemli bir kitaptır.
Festivaller caz müzikle başladı
Müzik festivallerinin başlangıcı caz müziğiyle olmuştur. Bunun için 1950’li yılların başını beklemek gerekti. Newport Caz Festivali kayıtlı bilinen ilk festival olarak geçer ve tarihler 1954 yılını göstermektedir. İkinci Dünya Savaşı sonrası dünyasında ülkelerin birbirleriyle iletişimlerin artması festivallerin de yaygınlaşmasına sebep olmuştur. Türkiye ise ilk festivalle 1973 yılında tanıştı. İstanbul Müzik Festivali bugün elli yaşında bir festivaldir ve klasik müzik festivalidir. İlk caz festivali ise 1982 yılında İstanbul’da gerçekleşti, doksanlı yıllarda giderek artan oranda festivallerin hayata geçtiğini görürüz. Festivallerin caz müziğine katkısı şüphesiz oldu, öncelikle cazın globalleşmesine katkısı oldu. Festivaller sayesinden müzisyenler dünyanın dört yanını dolaşmaya başladı, bugün hâlâ böyledir. Gittiği ülkelerin müziklerini etkilediği gibi o ülkelerin müziklerinden etkilendi. Ülkelerin müzisyenleri birbiriyle tanışarak sahnelerde doğaçlama müzik yaptı, bu gelenek hâlâ devam etmektedir.
Geçmiş yıllarda caz özel küçük kulüplerde gelişen bir müzik türü iken festivaller sayesinde kitleselleşmesinin artmasıyla önce klasik müzikle benzer büyüklükte salonları paylaşmaya başladı, altmışlı yıllardan itibaren Açıkhava türü on binlerce insana seslenen büyük konser alanlarına kavuştu. Günümüzde bu üçayaklı etki devam etmektedir. Özel konser salonlarının artması, büyük kültür merkezleri yapılması, yerel yönetimlerin kendi salonlarını yapması sadece cazın değil diğer müziklerin de yaygınlaşmasını sağlamıştır. Yanı sıra, küçük kulüpler de etkisini sürdürmektedir. Festivaller ve salonların sayısı artıp konserler çoğaldıkça müzisyen sayısı da paralel olarak artmış, uluslararası müzisyen trafiği çoğalmıştır. Bu sayede, sadece müzik yaparak, albüm çıkararak yaşayan müzisyen sayımız da çoğalmıştır.
Ülkemizde son yirmi yıldır iyi bir ivmede
Kerem Görsev (Piyanist): Amerika’da caz dinleyicisinin oranı bin kişide on yedi kişi şeklinde olduğunu okumuştum. Bu Türkiye’de büyük ihtimalle aralık olarak çok daha fazladır. Herhalde yüz binde on yedi gibi bir tahminde bulunabilirim. Ama olsun. İyi müzikler yaparsanız, o müzikleri belegelerseniz ve sosyal mecralarda sunarsanız dikkat çekici sonuçlar alabilirsiniz. Kariyerime başladığım dönemlerde kasetler vardı, sonra cd’ye geçiş yaptım. Şimdi de plak olarak çıkartıyorum. Konserlerde dinamik bir şekilde çalarsanız ve parçalarınızın bir hikâyesi varsa ve medyada caza yer veriliyorsa karşılığını alırsınız. Ne kadar ekerseniz o kadar biçersiniz. İyi sunum ve iyi tanıtım yapmak gerekiyor. Kaliteli müzisyenlerin bu işe el atıp daha ileri götürmeleri için mücadele etmeleri lazım. Ülkemizde caz müzik son 20 yıldır iyi bir ivmede gidiyor.
Cazın anavatanı Amerika’dır ve dünyada her yerde caz ve Amerika birlikte anılır. Ama Hint cazı, Kuzey cazı, Akdeniz cazı, Brezilya cazı vardır. Cazı bir kahve gibi düşünebiliriz. Araplar mırra içer, bizim Türk kahvemiz vardır, İtalyanlar espresso içerler,Amerikalıların Amerikan kahvesi vardır. Cazın dünyanın her tarafında kendine has kokusu, tadı ve adı vardır. Hepsi cazdır.
Caz müzisyenleri festivalleri kaçırmamalı
Türkiye’deki festivallerin amiral gemisi İstanbul Kültür Sanat Vakfı’dır. 1994 yılından beri devam eden İstanbul Caz Festivali’nde dünyaca ünlü birçok caz sanatçısının konserini dinledim. O konserlerde hayaller kurdum. Festivaller bütün müzisyenlere hayal kapılarını açtıran bir yerdir. Eskiden bu festivallerde hayran olduğun müzisyenlerle tanışma şansın olurdu. Mesela 1988 yılında Korukent caz bar vardı. Buraya da birçok ünlü isim geldi ve onlarla arkadaşlıklar kurduk. Caz kulüplerinde pek çok müzisyenlerle tanıştık. Caz festivalleri dünyadaki caz müzisyenlerin gelişmesi onları konserlerden sonra cesaretlendirmesi için en önemli ortamlardır. Festivaller tam gaz ileri gitsin caz müzisyenleri bu festivalleri kaçırmasınlar.
Caz müziği bir duruştur. Caz müziği bir tarzdır. Sadece caz müziği çalınan mekanlara ben saygıyla eğiliyorum. Mesela Nardis’in yirmi beş senesi oldu. Ondan önce Korukent caz bar vardı. Çırağan Q caz vardı, İstanbul Caz Center vardı. Buralarda akustik cazlar, duruşlarını değiştirmeyen kulüpler içine girdiler. Tabi bu yerler trendy müziği değildir. Caz müziği çalındığı günden beri tipi değişmeyen piano, kontor bas davul, saksafon, trompet, trombon, gitar gibi enstrümanlarla çalınan ve de bazı kulüplerde elektriğe ihtiyaç duymadan akustik enstrümanlarla çalınan bir yer olduğu için caz müziğinin kokusu ve tarzı da değişmez. Müzisyenlerin tavrı da değişmez. Sadece bu mekanları desteklemek lazım.
Yorum Yaz