Litros Sanat
Türkiye'nin Dijital Kültür Sanat Gazetesi
Toplumun yüklediği bir dizi rol ve kabul, geleneksel formlar, statülerin insanı dönüştürdüğü kalıplar; anne baba olduktan sonraki kişinin öncekiyle aynı olmaması, kadın olmanın, çocuk olmanın, birinin eşi olmanın nihayetindeki sen. Nasıl bir sen? Ya da şöyle sormalı: Bütün bu kalıpların, inançların, dogmaların, yönlendirmelerin, kabullerin gölgesinde kök salan gerçek bir benlik mi? Gerçekten sen misin oradaki? Ertelendikçe küçülen, parçalara bölüne bölüne dağılan bir yaşa-ma-mak mı bu?
Haftanın belli günlerini, sabahtan akşama değin bir kafede geçiriyorum. Yüzüm sokağa dönük. Hep aynı masada, kulağımda I Never Really Cared çalarken soruyorum; ilkin fısıltılı, sonra giderek yükselen bir sesle: Kimse bakmadığında ne yaparsın?
Ebeveyn olmadığında; ailenin itidalli çocuğu, ilişkileri dengede götüren anlayışlı dost, tolerasyonu yüksek sevgili, işinde başarılı bir plaza çalışanı, müdür yahut bir beyaz yakalı olmadığında ne yaparsın? Kilit bir soru. Çünkü bir anlığına da olsa, tüm bunlardan sıyrılıp çırılçıplak var oluşla vereceğimiz her yanıt, kat kat örtüler altındaki “beni” açığa çıkarabilir. Daha önce varlığından haberdar olunmayan arzular, yaşama dair farkındalıklar, açılmamış odalar, söylenmemiş ihtiyaçlar başını kaldırabilir kimse sana bakmadığında.
Ancak yaşamın da kendi içinde bir akışı var; uzayıp giden yapılacaklar listesi, yetişmesi gereken işler, gelir gider, kazanç kayıp... bu soruları kimleri vakti geldiğinde bir zorunluluk olarak soruyor kendine, kimiyse hiç. Henüz yaşamaya başlamadan gelen ölümler gibi. İnsan olma çabasının acısını etinde hisseden Tezer Özlü’nün gördüğü gibi, “Babam ölemiyor, çünkü yaşamaya başlamadı.”
Ancak vakti geldiğinde, bu soru gibi pek çok soruyu kendine soran, hayatının iplerini eline alan, -o son dakikada bile olsa- pek çok insan var. Ölümün kıyısında pek çok insan. Elisabeth Kübler-Ross & David Kessler’ın ortak projesi olan Yaşam Dersleri’nde, ölümün eşiğinde yahut o eşikten kıl payı dönen insanların kendi hikayelerine bakıp fark ettiklerini okuduğumdan beri tam da bunlar üzerine düşünüyorum. Çalışma bildiğimiz fakat üzerine ciddiyetle eğilmediğimiz bir soruyu gündeme getiriyor, “Gerçekten hayatımı böyle mi yaşamak istiyorum?” Eğer bu soruyu kendimize sormak için ölümle burun buruna gelmeyi beklemediysek, hâlâ biraz şansımız var.
Yetmişlerinin sonuna gelen ve çok hasta olan büyükannesinin söylediklerini aktaran bir adamın cümleleriyle düşüncenin çemberini biraz daha genişletelim, “Sevgili oğlum, ben tamamım; hayatım dolu ve bütün. Seni temin ederim yolculuğuma çokça hayat kattım. Bizler pasta gibiyiz; anne babamıza bir parça veririz, sevdiklerimize, kariyerimize bir parça... hayatın sonunda bazıları, kendilerine bir parça ayırmamış olur. Kendilerinin neyli pasta olduğunu bilmezler üstelik. Ben neyli pasta olduğumu biliyorum. Bu her birimizin kendisi için bulacağı bir şey. Bu hayatta şimdi, kim olduğumu bilerek ayrılabilirim.”
Tüm sıfatlardan arındığımızda kalan özümüzü, gerçek kendiliğimizi kucaklayıp bir kez daha, bu kez yüksek sesle sormalı, “Kimse bakmadığında ne yaparsın? Ve bir de şu, “Kendi pastanın neyli olduğunu bildiğine ve ondan kendine bir dilim ayırdığına emin misin?”
Yorum Yaz