Sadece ve Sadece Sanat

Köşe Yazıları Takvim yaprakları 4 Aralık 1875’te durakladığında belki o gün sıradan olacak, sonra da binlercesinden biri sıfatıyla tarih dağını yükseltecekti. Böyle olurdu elbette, eğer o tarihte büyük şair Rainer Maria Rilke doğmasaydı. Yapılacak çok iş varmış gibi sabredemeyip yedi aylıkken dünyaya geldi şair. Doğduğu şehir Prag’dı. Ondan birkaç sene sonra doğacak olan Kafka’yla aynı kaderi paylaşıp Almanca konuşan bir azınlığın mensubu olarak Prag’da varlık göstermeye çalışacaktı. Fakat dışarıdaki dünya kadar evin içindeki dünya da zorlayacaktı kendisini. Rilke, bir sene önce ölmüş ablasının peşinden doğduğunda bir acının ve bir yitiğin beşiğine yatırıldı. Annesi ona “René” yani “yeniden doğan” ismini verdiğinde Rilke’nin kaderi de belli olmuştu. Annesi onda oğlunu değil, ölen kızını görmekte ısrar edince çocukluk yıllarını süslü elbiseler içinde geçirdi. Yıllar sonra bu zamanları bir arkadaşına mektubunda şu sözlerle aktaracaktı: “Annem, büyük bir bebekle oynar gibi benimle oynadı.” Bir ikiliğin içine doğdu Rilke. Annesinin dünyasını edebiyat ve sanat oluştururken babasının dünyasını başarısızlık fikriyle kuşatılmış bir askerlik oluşturuyordu. Her iki kişi de oğullarının kendi yollarında yürümesini istiyordu. Öyle ki Rilke kız elbiselerini çıkarıp asker üniforması giymek durumunda kaldı. Fakat ne olursa olsun, başına ne gelirse gelsin o hep sabırla başkalarının isteklerine boyun eğdi. Askerî okulda ilk kez anne ve babasının etkisinden hatta oğulları uğruna yaptıkları çekişmelerden kurtulan Rilke, ruhuna kulak vermeye başladı. Kendisi kimdi ve ne yapmak istiyordu hayatta? Cevap gecikmedi: Şair olacaktı. Hem de ne pahasına olursa olsun. Fakat kolay ve bedelsiz değildi seçimi. Hırpalanmış ruhunu iyileştirmek yerine onu bir de şiire teslim edince bedeni daha fazla mukavemet gösteremedi. Rilke, sık sık hastalandı. O kadar çok ki mezun olmadan, babası oğlunu okuldan almak mecburiyetinde kaldı. Zorlu yılları geride kalmak üzereydi ama yaşadığı çöküşler ömür boyunca ruhunda iyileşmeyen bir yarayı büyütecekti. 1920 tarihli bir mektubunda, “Beş yıllık askerî okul yıllarımı bastırmayı başaramasaydım hayatım hiçbir koşulda şekillenmeyecekti,” itirafında bulunacaktı. Rilke çocukluğu boyunca başka rüzgârlarla yol alan bir gemiydi fakat artık böyle olmayacak, hayatı pahasına koruyacağı özgürlüğünü kimse elinden alamayacaktı. İşe ismini değiştirmekle başladı. Gizli bir pençe gibi yirmi yıl boyunca kendisini sıkıca tutmuş olan bu kıskacı kırmalıydı. Lou Salome’nin sanat yolu için yaptığı önemli dokunuşlardan biri olarak bu isimden kurtulmalı ve yeni bir başlangıç yapabilmek için başka bir sayfa açmalıydı. Adı bundan böyle Rainer yani “orduları yöneten” olacaktı. Yeni isminin ve elbette en büyük aşkı ve çıkmazı olan Lou Salome’nin bereketiyle sadece ve sadece sanatına adadı hayatını Rilke. Rusya’ya gidip Tolstoy’la tanıştığında, Birinci Dünya Savaşı’nın girdabına yakalandığında, evliliğin tekdüzeliğinden bunaldığında, Rodin’in yanında sanatını yeniden şekillendirdiğinde sadece sanatıydı uğruna yaşamak istediği tek gaye. Bedelini ödemişti Rilke; o hâlde sanat verilecekti kendisine. Üstelik bir şairin ulaşabileceği en yüksek mertebeden verilecekti ödülü de fırtınanın içinden bir ses duyunca “Bağırsam kim duyar beni meleklerin katından” mısrasıyla muhteşem ağıtlarının açılışını yapacaktı. Lüks ve rahat bir hayat yüzünden ihtiyaç duyduğu ilham perisinin sesini on yıl alamayınca bir arkadaşının uyarısıyla hepsine sırt çevirerek erişecekti sanat dağının zirvesine. İlk mısranın ardından on yıl geçince gelecekti ağıtlarının devamı. Öyle bir ses verecekti ki Tanrısı ona, etkisi dünyanın son gününe kadar sürecekti. Sanatı için yaşayıp sanatı için ölen güzel şair Rilke’nin sesi bu.
Yorum Yaz