Litros Sanat
Türkiye'nin Dijital Kültür Sanat Gazetesi
Şair Rıdvan Tulum: “Şiirin matbuda daha şık, daha gerçek, daha yerinde durduğunu düşünüyorum hâlâ. Böyle de düşünmeye devam edeceğim gibi görünüyor. Çünkü bir siteye veri girmek ile, bir dergiyi planlamak, onun her adımını takip etmek başka şeyler. Bir derginin ortaya çıkış sürecinde şaire dair bir bereket olduğuna inanıyorum. Toplantılar, telefon görüşmeleri, buluşmalar… Diğer türlüsü güç geliyor bana. Ya da neredeyse 10 senedir dergi editörlüğüyle uğraştığım için de böyle olabilir. Söz bizde kolayca başkasına ulaşmayı tam anlamıyla bilmez. Bütün bunlar, bir tık uzağımızda değil.”
1993 doğumlu Rıdvan Tulum, Ketebe yayınlarından çıkan “İnsansın ve Akşam” kitabıyla, Necip Fazıl Kısakürek İlk Eserler Ödülü’nü alarak şiirinde önemli bir durak oluşturdu. Rıdvan Tulum şiirine açılmış bu güçlü parantez dikkatleri bir kez daha Türk şiirine yöneltti. Ödülün şair ve şiir için, merkez bir anlamı olmadığının belirten Tulum ile kendi duraklarından bahsederek şiirinin belirleyiciliği hakkında konuştuk. Litros Sanat olarak, poetika ve şiir görgüsünü, şiire dair bedel ödemeyi, Türk şiirinin izlerini Rıdvan Tulum özelinde şairler açısından aralamış olduk.
“İnsansın ve Akşam” kitabıyla, “Necip Fazıl İlk Eserler” ödülünü aldınız. Şairin hayatında nasıl bir durak bu?
Türkçenin politik anlamda “en kırıcı” ya da daha doğru ifade etmek gerekirse “yol açıcı” şairlerinden biri olan Necip Fazıl Kısakürek’in adına verilen bir ödülü almak mutluluk verici elbette. Özellikle bunu “ilk eser” kategorisinde almak… Çünkü bir başka yol açıcılık da bu olabilir. Yine de ödüllerin şairin hayatında bir durak/bir merkez olduğunu zannetmiyorum. Henüz tecrübe ettiğim bir şey de değil bu zaten. Şairin durakları ya da merkezleri şiirinin yolculuğuyla alakalı daha çok. Kendimden örnek vermem gerekirse bir duraktayım. Çünkü “buluşçu” şiirin benim üzerimde açtığı tahribatı durdurmam gerekiyor ve bu yüzden iki yılda sadece 3 şiir yayımladım. Bu 33’de olabilirdi kolaylıkla… Şairin durakları biraz bu, durağın kendisi metnin kendisiyle alakalı bence. Değişimiyle, dönüşümüyle, kesintisi ve sürekliliğiyle…
Şiire kalkıştığınız zemini, poetik kaygıyı ve bedellerini, adınızın şiire karışmasını, şiirde sebat etmeyi nasıl yorumlarsınız?
Şiirin bedeli, insanlık halleri deneyimleriyle başa çıkmak aslında. Çünkü şiir yazarken bir bakıma başkaları ve başkaları olarak şiirin içinde yer alıyorsunuz. İnsanlık durumlarını kuşanıyorsunuz. Tabii ki kendinizi de yanınıza alarak. Şiir adına ödenebilecek en büyük bedel bu. Diğer bedellerin hiçbiri maddi ve manevi bu bedeli aşacak heybette değil. Kuşaklar ve şiir tarihimiz “keşke”ler ile doludur. Masada kalmak veya masadan kalkmak. Sebat meselesi biraz bu. Her kuşağın iyi şairlerinden mutlaka duyarsınız şu isim “tek kitapla kalmasaydı” ya da “keşke şiire devam etseydi” dediklerini. Bu elbette masada kalanların hepsinin şair olduğu anlamına da gelmez. Şiirde çalışanlar masada kalır elbette ama; çalışmak tek başına hiçbir şeydir. Son zamanlarda okuduğum dergilerde çalışmaya övgü furyası başladı. Elbette önemli bir şey, bir şeyle ne kadar meşgul olursanız o kadar daha çabuk olursunuz, daha da gelişirsiniz. Ama bu sizi iyi yapmaz, üretken yapar. Allah bazılarına bu yeteneği vermemiş, aslında hepsi bu. İlişkilerle, çalışkanlıkla masada kalınabilir. Edebiyat tarihimiz masayı toplamaya geldiğinde herkesi ilgili raflara yerleştirir ne de olsa.
Şiir ve hikâyenin buluşmasını önemsiyorum
“İnsansın ve akşam ikisinin de telafisi yok” diyorsunuz, şiiriniz nerden taarruza geçiyor son dönemde?
Zarifoğlu’nun dediği yerdeyim aslında. “Eski şairliklerim gitti”. Şiiri eskiden tekil insan hikâyelerinde arardım. Büyük-küçük demeden insanları izlemek, onların anlattıklarını pür dikkat dinlemek beni büyülerdi. Yeni tanışıklıklar, arka sokaklar, uzun yürüyüşler, durup bir insanın hikâyesinde ya da davranışında bir şeyler bulmak, derinleşmek beni sarsıyor ve kendime getiriyordu. Başkalarının hikâyelerini bilmek, temas etmek dünyanın benden ibaret olmadığını hatırlatıyordu bir bakıma. Ya da insana dair yeni bir şey…
18-20 yaşlarında şiir yazan bir çocuk olarak böyle yaklaşıyordum. Modern insanın açmazları meselesine istemeden varmış da olabilirim. Söz gelimi; köyün en kötüsü ilan edilen bir adamın masumiyetle leyleğe bakıp “gel bizim çatıya yuva yap” deyişinde insana ve onun anlamına dair çok şeyler olduğunu hissediyordum. O sahnede hayrete düşmüştüm mesela.
Şimdi ise şiiri nerede aradığıma dair yani merkezi nerede tutmam gerektiğine dair bir fikrim var. Şiir ve hikâyenin buluşmasını önemsiyorum. Dolasıyla Şiir Versus’ta kitap sonrası yayınladığım üç şiirde de bunun izini sürdüm. Yine insan hikâyelerine temas ederek ama bu sefer birdenbire halinde değil, daha kurgusal, daha tarihi yaklaşmaya çalıştım.
Ben hâlâ Turgut Uyar’ın “Büyük Ev Ablukada” şiirin yürürlükte olduğunu düşünüyorum. Onun izleklerini takip ve tahlil etmemiz gerektiğini de aynı zamanda. Son zamanlarda şiiri düşünürken merkezi buradan alıyorum. Sanırım.
Eleştiriden ümidi kestim
Dergilerde var olarak şiirini kuran, eleştirel ahlakı yaşayan bir kuşaktan geliyorsunuz, son dönem dergilerin edebiyat ve şiiri karşılamada işlevlerini yeterli buluyor musunuz?
Eleştirel ahlak mı? Aman efendim o bizim arkadaşımız mı? Dergileri ilişkilerden ayrı düşünmek mümkün mü gerçekten? Buna inanmayı bırakmadık mı?
Edebiyat ve şiir dergiciliği hiç yaşamadığı bir durağanlığı yaşıyor. Uzun sürede yaşayacak bunu. Bunda suçu 2000 kuşağına atabilirim: yıkıcı değil / ikna edilmişliğe yatkınlıklarından dolayı. Orada başladığını düşünüyorum bu kırılmanın. Ve insanlık tarihinde en çok yazıyla karşılaştığımız dönemi yaşıyoruz. Dolayısıyla şiir, henüz kendine has elemesini gerçekleştirmiş değil.
Eleştiri meselesini gerçekleştiren, bunu üstlenen dergiler var elbette. Ama eleştirinin hiçbir övgü getirmemek olduğuna iman etmiş durumdalar. Diğer yanda da “sadece övgünün” eleştiri olduğunu düşünen merkez dergiler var. Eleştiriden ümidi keseli epey oldu, kabul edelim ki bunun için hiçbirimiz de bir şey yapmadık.
Matbuatta mücadele vermiş bir ismin adına verilen bir ödül aldınız. Uzun senelerdir dergilerin mutfağında olduğunu biliyoruz, şiir ve matbu arasındaki ilişkiyi nasıl kurguladınız?
Şiirin matbuda daha şık, daha gerçek, daha yerinde durduğunu düşünüyorum hâlâ. Böyle de düşünmeye devam edeceğim gibi görünüyor. Çünkü bir siteye veri girmek ile, bir dergiyi planlamak, onun her adımını takip etmek başka şeyler. Bir derginin ortaya çıkış sürecinde şaire dair bir bereket olduğuna inanıyorum. Toplantılar, telefon görüşmeleri, buluşmalar… Diğer türlüsü güç geliyor bana. Ya da neredeyse 10 senedir dergi editörlüğüyle uğraştığım için de böyle olabilir. Söz bizde kolayca başkasına ulaşmayı tam anlamıyla bilmez. Bütün bunlar, bir tık uzağımızda değil.
Ödüller hatırlanmaktan başka bir şey değil
Şairin şiiri kurup poetik bir yaşam mücadelesinde ödüllerin belirleyiciliği var mı sizce?
Hayır. Ödüller iyi bir jürinin “seni hatırlıyoruz ve biliyoruz” demesinin mutluğundan başka bir şey değil. En azından şiir için, şair için. Roman ve hikâye için ödüllerin yazarına etkisinin daha fazla olduğunu seziyorum. Çünkü, şunun şurasında 2-3 bin kişiyiz, şiirde, okur ve yazan olarak. Çok mu söyledim? Roman ve hikâye ise durum öyle değil. Kamunun bilgilendirilmesine, kamuyu etkilemeye, PR ve ajandalara daha muhtaç türler. Çünkü ulaştıkları insan sayısı, en azından ilk etapta daha fazla. Etki demedim.
Son dönemde Rıdvan Tulum hangi çalışmalarla şiirin izinde okuyucuyu karşılayacak?
Uzun zamandır 2-3 yıldır üstüme sinen tembelliği ya da buhranı yeni terk etmiş durumdayım. Şimdilik yeni şiirler yazıp 2. kitabı hazırlamaktan başka bir şey istediğim söylenemez. Yine de pasajlardan oluşan, başladığım bir çalışma vardı, belki onu da nihayete erdirebilirim. Onun dışında, yaşamaya çalışıyorum.
Yorum Yaz