Yaşamın kıyısında; suç ve ceza ve yas

SİNEMA DİJİTAL EKRAN

Bir amca ve yeğenin buz gibi bir havada arabayı nereye park ettiklerini ararken, ikisinin de hayatta muhtemelen en değer verdikleri insanı nasıl ve ne zaman gömeceklerini tartışmaları, çok hayatın içinden ve gerçek hissettirirken aynı zamanda insanın içini tarifi çok zor, tatsız, mayhoş bir hisle kaplıyor. Film bittiğinde de insanın elinde kalan bu hisler oluyor zaten. Ne yapacağını bilemediği, kaldırıp bir köşeye de koyamadığı ve saatlerine sirayet eden bir ruhsuzluk, iç huzursuzluk ve can sıkıntısı. Manchester by the Sea, diğer bir deyişle Yaşamın Kıyısında, aydınlık ve soğuk atmosferini destekleyen son derece gerçekçi anlatımıyla insanın içini kapkaranlık bir hüzünle dolduran bir yapım. 

Yönetmenliğini daha önce Bana Güvenebilirsin ve Margaret filmleriyle tanıdığımız Kenneth Lonergan’ın üstlendiği Yaşamın Kıyısında, Cassey Affleck’in muhteşem bir oyunculukla canlandırdığı Lee’nin hayatından kesitlerle başlar. Filmin ilk sahnesinde eski hayatından keyifli bir kesitle bizi karşılayan Lee, bir sonraki sahnede bir apartmanın bodrum katında tesisatçılık yaparak geçinmeye çalışan, çevresindeki her şeye ve herkese karşı duyarsız birine dönüşür. Bir şeyler içtiği mekanda hiç sebebi yokken kavga çıkaran, kaba saba, iletişimsiz, öyle ki kendisine ilgi duyan kadınlara karşı dahi kayıtsız bir kahramanla karşı karşıya kalırız. Geçmiş yaşamı ile güncel kişiliği arasında böylesine bir uçurum olması Lee’nin yaşadığı travmaya dair ilk izlenimleri okumaya başlamamıza vesile olur. Biz tam bu depresif ve problemli kahmanın öyküsünü merak etmeye başlarken ise Lee bir telefon alır ve Manchester’a doğru yola çıkar. 

Kaçtıklarımız ve geride bıraktıklarımız 

Tüm yaşamını ardında bırakıp kaçtığı Manchester’a dönmek zorunda kalan Lee, bıraktığı yere döndüğünde onu ağabeyinin ölüm haberi karşılar. Böylelikle bu problemli adamın aslında nasıl bir kederle, suçluluk duygusuyla ve yasla başa çıkmaya çalışırken olduğu kişiye evrildiğini gözlemleme yolculuğumuz başlar. Döndüğünde onu bekleyen şey yalnızca bir cenaze değil, ağabeyinin ölmeden önce vasiyet ettiği üzere bakımını üstlenmesi gereken 15 yaşındaki yeğeni Patrick’tir de aynı zamanda. Lee için Manchester, yalnızca bir kasaba değil, geçmişiyle, acılarıyla ve hatalarıyla yüzleşmek zorunda kaldığı bir mekândır. Filmde ara ara gelen ve izleyicide merak duygusunu hakim kılan flashbacklerle hikaye derinleşmeye başlar. Dönüşünün ardından gittiği her yerde ona dönen bakışlar ve fısıldaşmalar bu yüzdendir ki Lee için dayanılmazdır ve bağ kurduğu hiçbir şey olmamasına ve berbat koşullarda yaşamasına rağmen en azından nefes alabildiği Boston’a bir an önce dönebilmektir hedefi. 

Lee, başta Patrick’i yanına alıp Boston’a götürmeyi düşünse de, genç çocuk Manchester’da kalmak istemektedir. Zira onun hâlâ bir sosyal çevresi, ilgi duyduğu bir kız ve kurmaya devam ettiği bir hayatı vardır. Film, bu noktada oldukça gerçekçi bir şekilde, travmanın ve yasın herkeste aynı şekilde yaşanmadığını gösterir. Lee, geçmişin yüküyle hareket edemezken, Patrick hayatını bir şekilde sürdürmenin yollarını arar. Patrick’in babasının cesedinin neden hemen gömülemeyeceğini öğrendiği sahne, bu açıdan oldukça çarpıcıdır: Her şeyin kendine ait bir süreci, bir bekleme süresi vardır ve yas da bundan bağımsız değildir. Lee kendi yasını yaşamdan elini eteğini çekip tüm yaşanmışlıklardan dolayı kendini sonsuz bir cezaya çarptırmışken hayatın bir şekilde onu bir yerinden yakalaması da bununla ilgilidir. 

Affetmek ve affedememek 

Kenneth Lonergan, film boyunca melodramın tuzağına düşmeden karakterlerini izleyiciye tanıtır ve onların iç dünyalarına sükûnet içinde bir pencere açar. Film, büyük duygusal patlamalar yerine, karakterlerin günlük yaşam içindeki küçük jestleri ve sessizlikleri aracılığıyla derinleşir. Özellikle Lee’nin eski eşi Randi ile karşılaştığı sahne, duygusal yoğunluğu yüksek ama ölçülü anlatımıyla filmin en akılda kalıcı anlarından biri olur. Randi’nin içtenlikle ettiği özür, Lee’nin boğazına düğümlenen kelimeler ve gözyaşlarını tutma çabası, filmin gerçekçiliğini perçinleyen detaylardandır. Bu sahne, geçmişin her zaman onarılamayacağını, bazı yaraların kapanmadığını ama yine de insanın o acıyla bir şekilde yaşamaya devam ettiğini gösterir. Randi’nin tüm olanlardan sonra Lee’yi affetmesi fakat Lee’nin kendini affa layık görmemesi ve filmin son sahnesine kadar derin bir hüznü, hiç iyileşmeyen ve iyileşmeyen bir yarayı içinde taşıması filmi bu denli ağır ve gerçekçi kılar. 

Manchester by the Sea, alışıldık Hollywood formüllerinden uzak durarak yas, travma ve bağışlanma üzerine cesur bir anlatı sunuyor. İzleyiciye umut aşılamak gibi bir kaygısı yok; çünkü bazen gerçek hayatta da her şey düzelmez, hatalardan dönülmez, bazı acılar zamanla hafiflemez. Başkaları affetse dahi, insan bazen kendini affedemez. Film, tam da bu nedenle seyirciyi derinden sarsmayı başarıyor.

Bu etkiyi yaratmada Casey Affleck’in performansının büyük payı var. Affleck, Lee karakterinin içe kapanıklığını, suçluluk duygusunu ve bastırılmış öfkesini müthiş bir doğallıkla yansıtıyor. Diyaloglardan çok, bakışları, duruşu ve jestleriyle karakterin ruh hâlini seyirciye geçiriyor. Özellikle eski eşi Randi’yle karşılaştığı sahnede, ne söyleyeceğini bilemeyen ama gözlerinden yoğun duygular geçen bir adam olarak, filmin en çarpıcı anlarından birini yaşatıyor. Michelle Williams da kısa ama etkileyici sahneleriyle güçlü bir performans sergiliyor. Randi’nin kederle, pişmanlıkla ve hâlâ içinde taşıdığı sevgisiyle Lee’ye karşı söyledikleri, filmin duygusal zirve noktalarından biri oluyor. Lucas Hedges ise Patrick rolünde, karakterin ergenlik sancılarıyla yas sürecini bir arada yaşamasını oldukça inandırıcı bir şekilde aktarıyor.

Filmin soğuk ve kasvetli atmosferi de anlatıyı destekleyen önemli unsurlardan biri. Kışın sert geçtiği Manchester kasabası, hem fiziksel hem de duygusal olarak karakterlerin içinde bulunduğu durumu yansıtan bir alan hâline geliyor. Karlarla kaplı sokaklar, denizin gri tonları ve gökyüzündeki ağırlık, Lee’nin içinde taşıdığı umutsuzluğu ve izole ruh hâlini seyirciye hissettiriyor. Kenneth Lonergan, mekanları sadece bir fon olarak kullanmak yerine, karakterlerin ruh hâlini tamamlayan bir araç olarak ele alıyor. Film boyunca kullanılan minimal müzikler ve uzun sessizlik anları da, hikâyenin doğal akışını bozmayarak seyirciyi olaylara doğrudan tanıklık eden biri gibi hissettiriyor.

Gerçekçi anlatımı, çarpıcı oyunculukları ve dokunaklı hikâyesiyle Manchester by the Sea, modern sinemanın en etkileyici yas ve travma anlatılarından biri olarak öne çıkıyor. 2016 yapımlı bu filmi izlemek isteyenler, şu an Mubi platformu üzerinden erişebilirler.

Yorum Yaz