Litros Sanat
Türkiye'nin Dijital Kültür Sanat Gazetesi
Her on yılın toplamında kişide hem ruhsal hem de zihinsel anlamda büyük değişiklikler meydana geldiğine inanıyorum. Bu nedenle, bence insanlar doğum günlerini her yıl küçük partiler yerine on yılda bir büyük gösterilerle kutlamalılar. Her kutlamada ise kendilerinde aynı kalanlara ve tamamen değişenlere dair bir manifesto okumalılar. Kültürümüzde yaşlılara saygı duyulmasının nedeni onların birkaç yıl önce doğması değil, daha fazla yaşamış olmalarına bağlı hayat ve insan tecrübelerinin genişliğidir. Bir toplumda saygı insanın şahsına, her şeyden azade, o olduğu için yüklenmekten çıkarılıp makam, mevki, güç saygının ön koşulu olarak belirleniyorsa büyük bir çürüme başlamıştır. Herkeste biriken hayat, hürmeti hak eder.
Klasikleri on yılda bir tekrar okumayı mantıklı ve haklı kılan da bu birikimdir. Zira herkesin içinde hayat birikir. Cildimizin parlaklığını, omurgamızın dik duruşunu, gür saçlarımızı gün be gün fark edemeyeceğimiz kadar küçük parçalar kopararak bizden çalan hayat; tüm bunları yaşanmışlık olarak varlığımızın tamamına yeniden yükler. Belki buruk bir tebessüm belki ince bir alın çizgisi belki de hüzünlü bir bakış olarak bize iade eder. Geçmişte okuduğumuz bir kitap, izlediğimiz bir film bambaşka anlama bürünür.
Sylvia Plath’in “Sırça Fanus”unu Sevgili Fatma Türk ve Beyza Yaşar’ın konuğu olduğum Edebî Kulis programı için yıllar sonra tekrar okuduğumda ilk okuduğum zamankinden çok daha farklı yerlere vardım.
Kitabı yıllar önce ilk okuduğumda Sylvia Plath’in, kahramanı Esther üzerinden, sırça fanuslara dair yakınmada bulunduğunu düşünmüştüm. Esther’in intihara sürüklenme nedeninin, içine sıkıştığı sırça fanusları kıramaması olduğu hükmüne varmıştım. Oysa yıllar sonra tekrar okuduğumda Sylvia’nın yakındığı hususun parçalanamamış sırça fanus olmadığını fark ettim. O sırça fanusun olmayışıydı Esther Greenwood’u intihara sürükleyen.
Sylvia Plath, şiirlerinde ekspresyonist ressamları andırırcasına sembolik ve kapalıdır. Ancak romanında ve günlüklerinde şiirlerinin aksine çok şeffaftır. Otobiyografik unsurları olduğu gibi yansıtacak kadar cesurdur.
“Belki bir gün ansızın bir aydınlanma yaşarım ve bu acayip gülünç şakanın öte yanını görürüm. İşte o zaman ben de gülerim.” Sylvia Plath’in “Günlükler”inde altını çizdiğim bu satırlardı bana onun bir sırça fanusu reddettiğini düşündüren. Hayatı boyunca bunun mücadelesini vermişti. Sylvia ve ona benzeyen bütün kadınların derdi aynıydı. Dünyanın bir absürt komedi olduğunu fark ettikten sonra buna gülmek isteyip başaramamak. Gülüp geçememek, kendini uyuşturmamak ya da uyuşturamamak, son olarak da kendine bir sırça fanus yapmayı reddetmek.
Karakterinin kaderi olduğuna emindi Sylvia. Zekasının farkındaydı. Reddettiği çok şey vardı. Zamanın ve aydınlığın eşliğinde ne geçmiş ne de gelecek hiçbir şeyin gerçek olmadığına dair çıplak ve acı farkındalığın kıskacındaydı.
Plath için tek bir gerçek vardı: Gerçeğin olmadığı gerçeği. Bunun farkına varmaktan kendimi alıkoyamam, diyordu. Kendini uyuşturmuyordu. Bilinci uyumayı reddediyordu. İşte Sylvia için bazılarının sahip olduğu sırça fanusa asla sahip olamayacağı nokta burasıydı. Hiçlik burada başlıyordu. Gülüp geçmek istemek ama bunu başaramamak da burasıydı.
Neydi onun asla sahip olamayacağı “Sırça Fanus?” Sırça fanus, müthiş bir konfor alanıydı. Neye nasıl ne kadar inanacağın, nasıl yaşayacağın bir tatil paketi konforunda sana sunuluyordu. Böylece itiraz edeceğin hiçbir şey kalmayacağından yaşadığın dünyanın adil bir yer olduğuna inanacaktın. Hiçbir şeye itiraz etmeye gerek kalmayacaktı. Bu fanus o kadar konforlu ve rahat olacaktı ki fanusun içindeki kişi fanusta olduğunu bile fark etmeyecekti. Zira o fanus sırça olacaktı.
Yorum Yaz