Şiir ve müzik ilişkisi üzerine parçalı notlar

/
10 dakikada okunur

Şiirin mütemmim cüzünden biri de sestir: Bazen üstün yeteneksizlik bazen de sehven şiirde bunu göz ardı edenler ile tamamen bunu reddetme gafletine düşenler için ufak bir hatırlatmaydı. 80 kuşağının önemli şairi Hüseyin Atlansoy bir söyleşinde şöyle demişti “Herkesin bir şiiri yoktur. Ama müziği vardır. Kimileri bu müziğe tuhaf sesler çıkartarak ihanet ediyor, kimileri de o müzikten kaçıyor. Önemli olan o müzikte durmak ve ondan da önemli olan küçük sesleri senfoni haline getirebilmektir.” Bundan mülhem, konuyu pekiştirme gayesiyle; Necip Fazıl Kısakürek’in “Çile” eserinin ilk isminin “Senfoni” olduğunu da hatırlatalım. İyi bir şiir içinde, derininde, kalbînde barındırdığı müzikle varlığını canlı tutmuştur. Bununla yüzyılları aşma kabiliyetini göstermiş, dillerepelesenk olmuştur da. 

Türkçenin kurucusu Yunus Emre Hazretlerinin şiirleri en net örnektir. Kimi zikirlerde seslendirilmiş, kimi zaman düşüncelerde akmış, kimi zaman yalnızlığı kıyısında mırıldanmıştır. Tabii bunu sadece ses sağlamamıştır, bu bir parçadır ve bu parça şiirin akıcılığı, akılda kalıcılığı ve dünyasını pekiştirmesi için kritik öneme sahiptir. Saf şiir içinde saf bir müziği de barındırır. Buradaki bir kelimeye dikkat: Saf. Halis, katışıksız; amiyane tabirle tertemiz süt gibi. Günümüzde, halk arasında, akıldan yoksun manasında çok kullanılmasına karşı çıkalım, bu konuyu kapatalım. Şimdi, Fransız bir şairin de o uzun ama konuyu pekiştirici sözlerine kulak verelim, Paul Valery’e: “Bir salonda saf bir ses yayıldığında, bizde her şey değişir, müziğin ürettiğini bekleriz. Şayet, bunun tersine, bir karşı durum meydana gelirse; bir konser salonunda bir parçanın çalınışı sırasında bir gürültü duyulursa (bir iskemlenin düşmesi, uyumlu olmayan bir sesin çıkması ya da salondakilerden birinin öksürmesi gibi) o zaman bizde bir şeylerin kesintiye uğradığını, özde bir şeylere karşı gelindiğini, bilmem hangi bileşim yasasının çiğnendiğini hissederiz; bir dünya kırılır, bir büyü dağılır.” Şairin yazılı olmayan görevi her şeyi kusursuz yerine getirmektedir. Epik şiir, lirik şiir veya tarzı ne olursa olsun anlam ve ses birbiriyle uyumlu olmalı, ihanet etmemeli. Şair, şiirini yazarken; orkestra da kendisi şef de. Kendini neye ait hissediyor ve mükemmeli hangi araçla ile elde ediyorsa orada durmalı. En güzel örnek: Nazım Hikmet Ran’dır. Bunu en iyi şekilde başarmıştır, onun sesine kulak vermeli. 

Bu konuyu tadında keserek ikinci bahsi açmakta fayda var: Şiirin bestelenmesi. Sezai Karakoç’un o muhteşem dünyasına yaklaşarak bakma gayretine girişirsek; evet. Kendi içinde musikisi zaten var şiirin. Neden tekrar başka müzikle okunsun? Türk şiirine çok iyi şiirler armağan eden, o muhteşem şairden başka ne beklenirdi. Şiirlerinin çoğundaki kusursuzluk onun düşüncesinin de bu yönde olmasını sağlamıştır. Bir müzik eşliğinde okunan yahut şarkıya dönüşmüş şiirler de kötü değildir. Tercih meselesidir. Bir o kadar iyi şiirin onun için bestelenen müzikle heba olduğunu, bir o kadar unutulmayan yüz tutmuş kötü şiirin de onun için bestelenen müzikle yükseldiğini, halka mal olduğuna şahidiz. İkinci bahse örnekler vererek can sıkmak yerine, ilk bahsin bilinen en iyi şairini analım: Ahmed Arif. “Terk etmedi sevdan beni” veya “Hasretinden prangalar eskittim” dizesi görüldüğünde bile, gerçek şiir okuyucuları dâhildir, onunla özdeşleşen müziğin ritmi zihinde duyulabilir. İstemsizce onun eşliğinde okunabilir. Günümüze gelecek olursak; “Şeyhim Beni Işınla” ve “Deplasmanda Plasebo” isimli şarkılar belli başlı yerlerde duyuluyor. İroni içeren, dert aktarmaktan ziyade zihin rahatlatmayı amaçlayan bu orijinal sözler esasen Murat Menteş’in iki şiiridir. Bu, söyleyen şarkıcının daha önceki şarkılarıyla uyumlu olduğu için pek anlaşılmaz ama böyle. 

Peki, “Bir kedim bile yok” denildiği zaman “anlıyor musun?” kendiliğinden akla gelir. O şarkının muhteşem etkisiyle. Şiirin artık kendisi olmanın dışında başka bir sanatın kaidesi olması da böyledir. Kemal Burkay’ın “Gülümse” şiiri. Kendi başına çok durgun ama derin bir su iken artık büyük okyanusun en göze çarpan kısmı. Yahya Kemal Beyatlı, Nazım Hikmet Ran, Orhan Veli Kanık, Attilâ İlhan ve nice şairin, şiirlerinin şarkıya dönüştüğünü bilmeyen de yoktur. Bir de tam tersi müziğin faktörlerinden beslenen onu şiirine nakşeden şairler de var: Cahit Koytak. Onun “Cazın Irmakları” isimli şiir kitabı; caz ve blues müziğin toplum tarafından dışlanmışlar, siyahiler-köleler vb., üzerindeki etkisini en iyi yansıtan kitapların başında gelmektedir. İyi okurlar, bu tarzın ritminin de şiirlerde uygulanmaya çalışıldığını fark edecektir. “bir bluesla boşalt içindekileri / içindeki közleri, alevleri / bir bluesla, Bessie Smith gibi, Lee Hoker gibi…” Boş-serbest zaman kavramına; Antik Yunan “derin düşünme”, Roma “eğlence” ve İslamiyet “kâmil insan olmayı sağlayacak süreç” olarak ele alır. 

Müzik de farklı medeniyetlerde özellikle bu üç temelde gelişmiştir. Şiirle olan ilişkisi bazen doğrudan, bazen dolaylı devam etmiştir. En basit gözlükle; bir şairin dinlediği müziğin onun şiirine ritim olarak yansıması görülebilir. Bu iyidir; şiirde ses daha daha vurucu olabilir. Bu kötüdür; şiirde ses daha vurucu olurken anlam veya anlamın amacına hizmet eden gaye geri plana itilebilir. Şiirini klasik müzik eşliğinde yazan şairler tanıdığımı da söylemeliyim. Şiir ve müzik ilişkisi üzerine parçalı notları, Ahmet Murat’ın kitabına da ismini veren şu “Şarkıyı Kes” şiirinden dizeleriyle bitirelim: “Pazartesi sendromu için bir şarkı / TRT Dinle öneriyor, Pazartesi sendromu resmileşiyor böylece.”

Önceki Yazı

Sessizlik olarak görünen şey

Sonraki Yazı

Şerif Muhiddin: Ruha, fikre ve yaşama işlenmiş bir hayranlık hikâyesi

Son Yazılar

Gandi mürşid arıyor

İnsan eğitimi Hz. Âdem ile başlayan kutlu bir yolculuktur. Peygamberlerden sonra onların varisleri olan alim arif