Tarih sanatçıları hep takıldıkları mekanlar ile andı. 1800’lü yılların ortalarına doğru açılan kafeler sanatçıların sosyalleştikleri, ilham aldıkları, fikri tartışmalar yaptıkları yerler haline geldi. Kimi yazarlar kendileri ile özdeşleşen bu mekanlarda eserlerini kaleme aldı. Hal böyle olunca sanatçıları da mekanları ile birlikte anmaya başladık. Sanat Ajandası’nın bu sayısında sizlere kültür ve sanatın biraz da magazinsel tarafını anlatmak istedik. Bakalım tarih boyunca ve günümüzde hangi sanatçı hangi mekan ve semt ile anıldı ya da takıldı…
“Cihangir benim köyüm”
Türkiye’nin en ünlü rock sanatçısı Teoman son zamanlarda hep muzip çıkışları ile gündemimizde yer alıyor. Onu bir de eşofmanlarını giyip, sigarasını tüttürdüğü Cihangir’deki kafelerde görüyoruz. Cihangir’de “dolce far niente” zamanlarına yani “tembellikten ve boşluktan aldığı zevk” ile gördüğümüz Teoman için oturduğun ve takıldığı semt olmazsa olmazı. İlham kaynağı ve şarkılarını yazdığı yer Cihangir. Hatta geçtiğimiz günlerde verdiği bir röportajda tatile ve şehir dışına çıkmayı sevmediğini belirtip, yaşadığı Cihangir’i köyü gibi gördüğünü anlatan Teoman, “Hiçbir yere gitmem. Ben sevmiyorum tatili, buradayım hep kafelerde yaşıyorum.” demişti. Yönetmen Mahmut Fazıl’a bir programda rutinlerini sorduğumda “Mesela Teoman’ın Cihangir’de takılmak rutini ve ilhamını buradan alıyor” demiştim Coşkun da “Teoman Cihangir’de komşum marketten çıkmış elinde poşetlerle dolaştığı hallerine çokça şahit oluyorum” demişti. Rockçı da olsan o markete giriliyor işte…. Cihangir Teoman’ın olmazsa olmazı. Biz Cihangir’i Teosuz, Teo’yu da Cihangirsiz düşünemiyoruz.
Orhan Pamuk ve Beyoğlu, Nişantaşı
Denizde kum bende anı ve dedikodu. Çok fazla gezip çok fazla her ortamda olunca hali ile her şeye hakim oluyorsunuz. Zor mu? Zor. Yoruldum artık, yaşlılık sanırım. Hayat! Tam yine günlerden bir gün Cihangir’de ortamlara akarken bir baktım. O! Nobel Ödüllü yazarımız Orhan Pamuk ile geçtiğimiz günlerde romanlarına layık bir karşılaşma gerçekleştirdik. Yaz akşamıydı, Cihangir kalabalık ama ağaçlardan gelen hafif bir serinlik vardı. Oturduğum kafede kafamı kaldırdığımda karşı kaldırımda Orhan Pamuk’u gördüm. Keten takım giymişti, keten ceketini de bir elinde arkasından sallandırıyordu. “Orhan Pamuk” dedim, bana baktı ve sokağı dönüp gözden kayboldu. Roman gibiydi. Roman da Beyoğlu’nda yaşanır ve yazılır. Peki bu anımı neden anlattım? Sanatçı ve mekan ilişkimize yeni bir örnek vermek için. Orhan Pamuk da Beyoğlu ve Nişantaşı ile anılan yazarlarımızdan biri. Nişantaşı’nda Pamuk Apartmanı’nda doğan Orhan Pamuk İstanbul’a aşık bir yazar. O aşkın büyük çoğunluğunu Beyoğlu ve Nişantaşı oluşturuyor. Romanlarında hep Beyoğlu’nda dolaşıyor, Nişantaşı’nda soluklanıyorsunuz. “Masumiyet Müzesi” romanından sonra açtığı Masumiyet Müzesi de Beyoğlu Çukurcuma’da. Orhan Pamuk, “İstanbul: Hatıralar ve Şehir”de Cihangir’e dair şunu söyler: “İstanbul’un, duvarlarla çevrili anonim yaşamlar yığını – kimin öldüğünü ya da kimin neyi kutladığını bilmediği bir apartmanlar ormanı – değil, herkesin birbirini tanıdığı mahallelerden oluşan bir takımada olduğunu ilk kez Cihangir’de öğrendim. ” İşte bu kadar önemlidir Cihangir onun için. Öğretmendir, yol göstericidir. Çukurcuma’da binbir emeklerle yaptığı Masumiyet Müzesi de Beyoğlu’ndadır. Yolunuzu Beyoğlu’na düşürün… Çünkü sanat biraz da anıldığı ve ilham alındığı mekanlardadır.
Narmanlı Han ve Hazzopulo Pasajı
Yazarların, ünlü kitaplarını nerede yazdığı da çok önemli. İlhamını nasıl bir ortamdan aldığı, yazarken neler hissettiği, nasıl bir atmosferde o eserleri kaleme aldığı oldukça önemli. Sanat ve mekan birbiri ile doğru orantılı. Sanatçıların ilişkilendirildiği mekanları araştırırken dikkat çekici bir detay daha fark ettim. Beni biliyorsunuz Beyoğlu fanatiğiyim. Beyoğlu da adım başı sanat, adım başı kültürel miras. Tünelden çıktıktan sonra İstiklal Caddesi’ne yürürseniz sol tarafta sizi Narmanlı Han karşılayacak. Narmanlı Han 1950’lerden sonra edebiyat ve sanata şahitlik etmiş bir mekan. O dönem avlusundaki mis kokan çiçekleri, ağırladığı sanatçılarla meşhur. Ahmet Hamdi Tanpınar, Aliye Berger bu sanatçılardan ikisi. Ahmet Hamdi Tanpınar yazdığı romanlarla meşhurken, Aliye Berger ise çizdiği resimlerle sanat dünyasında kendisinden söz ettiriyor. Aliye Berger Narmanlı Han’ı atölyesi olarak kullanmış, Ahmet Hamdi Tanpınar ise bekar odası kiralayıp Narmanlı Han’da uzun bir süre yaşamış. Türk modernleşmesini anlattığı Huzur romanını da Narmanlı Han’da yazmış. Narmanlı’nın girişinde Aliye Berger’in harika bir sözü yazar: “Aşkla yaşadım, ölümler bile öldüremedi bendeki aşkı. Coşkuyla, aşkla ve sevgiyle yaptım ne yaptımsa!” İşte bu söz ışık olsun bize. Yolunuz Narmanlı Han’a düşerse mutlaka binayı inceleyin ve o dönemleri düşleyin. Düşünsenize komşunuz Aliye Berger ve Ahmet Hamdi Tanpınar! Ah!
Beyoğlu’nun bir sonraki durağı Hazzopulo Pasajı, günümüzde artık eski şaşalı günlerini kaybetse de tarihi atmosferi ile insanı eskilere götürüyor. Döneminde ünlü edebiyatçılara ev sahipliği yapan mekanlardan biri Hazzopulo. O dönemde Hazzopulo Pasajı’nda edebiyat mahfili olarak anılacak kahvehane bulunuyor. Türk edebiyatının önemli isimlerinden Ahmet Mithat Efendi’nin matbaası da Hazzopulo’da bulunuyor o dönem. Sadece Ahmet Mithat değil, vatan şairi Namık Kemal’in de konakladığı hatta “Vatan Yahut Silistire”yi yazdığı yer Hazzopulo Pasajı. Tanzimat dönemi sanatçılarının uğrak yeri olan bu pasaj dönemin sanatçılarına da ilham olmuş, yuva olmuş, ocak olmuş. Şimdilerde ise dozajı hayli yüksek alkol kokusu ve imitasyon ürünler satan butikleri ile yaşıyor. Üzücü.
Paris’te Cafe de Flore etkisi
da sanatçılar kafeler etrafında kümeleniyor ve sosyalleşiyor. Rota şimdi de Fransa’nın başkenti Paris. Paris, sanatı ve sanatçısı, tarihi, edebiyatı ile ünlü ve sanatın asla ölmediği bir yer. Durum böyle olunca sanatçıları ile de hayli dinamik bir şehir. Paris’te edebiyat mahfili denilince de akla ilk Cafe de Flore geliyor. Kafenin doğuşu 1887 yıllarına denk geliyor. 1913 yılında şair Apollinaire, Flore’un zemin katını “Les soirs de Paris” adlı bir haber odasına dönüştürerek binayı devraldı. 1930’larda Flore, Saint-Germain-des-prés’de önemli bir yer haline geldi. Modaya uygun Paris’in önemli bir figürü haline gelen entelektüeller, ressamlar ve film yapımcıları burada buluşuyor. İşgal altında Flore, Paul Boubal’ın şahsında yeni bir sahip buldu. Efsanevi edebiyat çifti Simone de Beauvoir ve Jean-Paul Sartre, Café de Flore’u şiire adanmış bir mekan olarak amiral gemisi haline getirdiler. Hatta Sartre şöyle yazmıştı: “Oraya tamamen yerleştik: Sabah dokuzdan öğlene kadar orada çalıştık, öğle yemeğine gittik, saat ikide geri döndük ve buluştuğumuz arkadaşlarla saat sekize kadar sohbet ettik. . (…) Bir Café’den çok daha fazlası olan Flore, sanatçıların buluşmaktan keyif aldığı ilham verici bir yaşam alanına dönüşüyor.
Ernest Hemingway’den Albert Camus’a kadar nesiller boyu yazar ve şairler Café de Flore’da art arda dolaşıyor. Ancak 1960’larda ikincisi sinemanın yeni merkezi oldu. Brigitte Bardot, Alain Delon, Serge Gainsbourg ve Belmondo gibi yedinci sanatın simgesel figürleri mekânı ele geçiriyor. Aynı zamanda Flore, Yves Saint-Laurent ve Pierre Bergé’den Givenchy, Lagerfeld ve Paco Rabanne’ye kadar modanın ve yaratıcılarının da gözde mekanı haline geldi. Çünkü evet, onlarca yıldır Café de Flore, Paris’in simgesel figürlerine sahne olmaya devam ediyor. Serge Gainsbourg’un “102” olarak yeniden adlandırılan double pastis 51’i yudumladığı yerler burasıdır, Fabrice Lucchini, BHL ve Arielle Dombasle’nin alışkanlıkları oradadır. Sharon Stone, Robert de Niro, Johnny Depp, Al Pacino ve Tim Burton bazen orada buluşuyor. 2024 yılında Café de Flore hala ve her zaman efsanevi bir yer olmaya devam ediyor. Parisliler ve turistler, Paris’in en iyi sıcak çikolatalarından birinin tadına bakmak için oraya akın ediyor. Evet, yıllar kaçınılmaz olarak geçiyor ama bir şey değişmeden kalıyor: Zamanın ötesinde, sonsuz ilham kaynağı Café de Flore…