Sanat bize kendi bedenimizdeki acıyı göstermeli 

/
19 dakikada okunur

Şair Can Acer: “Sanat kendi bedenimizdeki acıyı göstermeli bize. Sanat acıyı değil uyuşturucuyu dindirmeli. Ancak acıyı fark ettiğimiz yerde çözüm arayabiliriz. Bu da sanatçının değil herkesin görevi.”

İlk kitabı “Demirin Demiri Kesme Sesi” ile bu yıl Necip Fazıl İlk Eserler Ödülü’ne layık görülen Can Acer’le şiire dair keyifli bir sohbet gerçekleştirdik. Acer, poetik dünyasında etkilendiği şairlerden, kendi poetik anlayışına kadar birçok konudan bahsederken Necip Fazıl Kısakürek’e duyduğu vefayı da dile getirmekten geri durmuyor. Onun şiirinin taşra, yalnızlık, ölüm, baba gibi önemli anahtar kelimeleri var. Şiir, bu söyleşide adeta birincil görevimiz. “Yüzüme bakıp benimle konuşan her metinden etkilendim.” diyen Acer şöyle söylüyor: “Sanat bize kendi bedenimizdeki acıyı göstermeli.”

Sezai Karakoç, Ezra Pound, Edip Cansever ilk etapta şiirinizde atıf yaptığınızı düşündüğüm isimlerden bazıları. Sizin poetik dünyanız düşünüldüğünde hangi şair duraklarında durduğunuz düşünülebilir? 

Aslında Sezai Karakoç’tan çok İsmet Özel’den Edip Cansever’den çok Turgut Uyar’dan etkilendiğimi düşünüyorum. Ama dediğiniz gibi mısra düzeyinde atıflarım Karakoç ve Cansever’e olmuş. Bütün bu isimleri okuyup etkilenmemek modern şiirin dışında kalmak demek. Pound’un dizesini ise doğrudan alıntılamıştım. Bir Maraş ağıdıyla kıyaslamak amacıyla. “babamın da doru atı/ sen kişne de ben ağlarım” diyor ağıt. Pound ise “atlarımız birbirine kişniyor/biz ayrılırken” diyor. Aynı ses, ayrılığın acı kişnemesi. Ama Maraş ağıdı daha güçlü Pound’un dizelerinden. Ağıt bir genç kızın ağzından. Gözümde canlandırıyorum. Baba ölmüş. Kalabalık çekilmiş. Avluda genç kız. Babanın atı kişnemeye başlıyor acı acı. Onunla birlikte kızı da içindeki o şeyi döküyor. Bugüne kalan her şiir sanata ve insana dair doğru bir tavrı da içinde taşıyor demektir. Her poetik tavır sanatçının mizacının bir aşırılığına işaret ediyor. Bu aşırılığın yetenekle buluştuğu yerde sanat için her zaman taze bir imkan oluyor. Türk şiirinin hiçbir güçlü durağından uzak düşmeme çabasındayım. Ama önceliklerim var elbette. Basit kıstaslarım var bu önceliği belirlerken. Gerçeği kuşatma arzusu ve metnin konuşmaya cehd etmesi gibi. Platon’un yazdıklarına bakalım, Sokrates’in orada kendi başına düşünmekten çok başkalarıyla konuşmayı sevdiğini görürüz. Filozof konuşuyor, şairin de ödevi bu. Yüzüme bakıp benimle konuşan her metinden etkilendim. Diğer tavırlar da mutlaka temas etti bana ama en çok bu doğrudanlığı barındıran metinler etkiledi beni. 

Deney önce anlamdan başlar

Olağan Şiir Dergisi’nde sizden de bahseden yazısında Zafer Acar’ın bir tespiti var. 2010 kuşağında öne çıkan şairlerin salt şiire abanmadıklarını, şiirle poetikayı yan yana yürüttüğünü varsayıyor. Bu tespit hakkında neler düşünüyorsunuz?

Katılıyorum elbette. Şair-i maderzad artık iktisat, estetik, felsefe, sosyoloji vs. bilmek zorunda. İlk gençlikteki saf yeteneğe dayanan bir çıkıştan fazlasını isteyen her şair buna mecbur. Bu disiplin ister istemez süreç sonunda poetik olarak söz alma yetkinliğini de doğuracak. 2010 kuşağındaki gayretin poetik yetkinliğe varıp varmadığı ayrı bir mesele fakat dergileri şöyle bir kurcaladığımızda bir canlılık görebiliyoruz. 

Siz şiirde anlamı önemsiyorsunuz. Şiirde anlam teknikten önce mi gelmeli, anlam şiirin birincil unsuru mu olmalıdır?

Maddeyle rengi gibi aslında bunlar. Birbirinden ayrılamayacak şeyler. Yine de ayrıştırma, sınıflandırma sistemli düşünmeyi kolaylaştırıyor. Biz de böyle ayrımlar yapıyoruz. Son yirmi yılın şiirinde anlam ve teknik üzerine tartışmaların hız kazanması deneysel tavrın poetika kurmanın başat unsuru olarak düşünülmesiyle ilgili. Deneysel tavır tekniği önceliyor. Halbuki deney önce anlamdan başlar. Eserin anlam, içerik ve ideolojik yönünü hesaba katmadan onun deneysel kimliğini tespit etmek pek mümkün görünmüyor. Metnin anlam yönü ihmal edildiğinde ulaşacağımız cevap, sadece o metinde biçimci çıkışların olup olmadığının cevabıdır. Anlamda yapılan bir deney biçimin çeperlerini içerden zorlayacaktır. Alışılagelen üslubun tökezlemesine sebep olacaktır. Anlamı sarsmayan, biçimin ötesine geçmeyen deneyler de o anlamın pekişmesinden başka bir sonuç doğurmaz. Bir deney biçimde kalıyorsa, orada gelenekçi bir tavır olduğunu söyleyebiliriz. Gelenek ömrünü uzatmak için kendini teminat altına alıyor, kendine yeni yaşam alanları açıyor demektir. 

Belki de şiirde sahici bir anlamı, derdi taşıyabilmek şairin tekniğe önem vermesinden daha zor bir mesele. Günümüz şairi anlamı es mi geçti sizce? Tam da bu dilden konuşması, bu çağın insanına bir çözüm, âb-ı hayat sunması gerekirken?

Bir anlamı yakalamakla bir çözüm sunmanın farklı şeyler olduğunu düşünüyorum. Bir anektodla anlatayım. David Le Breton, Acının Antropolojisi kitabının anestezi ile ilgili sayfalarında R. Selzer adlı cerrahın başından geçen bir olayı anlatır. Cerrah bir gün odasına girdiğinde yeni ameliyat olmuş bir kadını karşısında bulur. Kadın elindeki usturayla karnını yarmış ve eliyle organlarını karıştırmaktadır. Kadın tekrar tedavi edilir, tehlikeyi atlattıktan sonra cerraha şöyle der: “Çok canı yanar insanın bu durumda değil mi? Yani şunu demek istiyorum: gerçekten kendi bedenim olsa benim de canım yanardı. Ama hiçbir şey hissetmiyordum.” Anestezi sebebiyle hislerini kaybeden kadının eylemini R. Selzer şu şekilde yorumluyor: “Ve birdenbire anladım kendi bedeninin içinde ne aradığını: Acısını arıyordu.” Sanat bunu yapmalı. Kendi bedenimizdeki acıyı göstermeli bize. Sanat acıyı değil uyuşturucuyu dindirmeli. Ancak acıyı fark ettiğimiz yerde çözüm arayabiliriz. Bu da sanatçının değil herkesin görevi. 

Yaşama şiirin yüksek geriliminden bakamayız

Taşra, ölüm, yalnızlık, baba kelimeleri şiirinizin anahtar kelimeleri gibi. “O cesede yalnızca şiirlerden baktın.” dediğiniz bir şiiriniz var. Ben sizin yaşama, ölüme ve bunların anlamına da şiirlerden baktığınızı düşünüyorum. Bu bir cesaret işi belki de. Ne dersiniz?

Sadece şiirin alanında konuşabildiğimiz, orada gerçek anlamına kavuşan şeyler var bu hayatta. Gündelik hayatta konuşursak değerinden kaybedeceğini düşündüğümüz ağır varlık durumları var. Konuşursak onu konuşmakla ikiyüzlü olacağımızı hissettiğimiz şeyler. Bir cesed mesela. Niçin konuşalım üzerine? Konuşacak ne var, ne kalmış? Ama işte o ceset bazen şiirde su yüzüne çıkıyor. Ve o cesede sadece şiirlerden bakmak kalıyor insana. Yaşama her an şiirin yüksek geriliminden bakamayız. Bu korkunç olurdu. Cesaret hayatın durgunluğu içinde parlayan bir an, şiir de öyle.   

“Kime tesadüf etsem ona ait değilim.” Şiiriniz yaşadığınız yabancılaşmanın bir diğer adı mı?

Bu mısra sadece bir anımı yansıtıyor benim. Yoksa şiirin ifade ettiği temel şeyin hayattaki ait ve sahip olma durumlarımız olduğunu düşünüyorum. Beecroft Dünya Edebiyatı’nın Ekoloji’si kitabında Kanada yasalarına göre yerli halkların sözel geleneklerinin bir hakkı tespit ederken kanıt olarak kullanılabileceğinden bahsediyor. Bir arazi hak ediş davasında bir aborjin reisinin toprağın asıl sahibi olduğunu halkının oraya dair yazdığı şiirle iddia ettiği aktarılıyor kitapta. Burada yasaların ya da hakimin verdiği kararın bir önemi yok. Önemli olan sözün sahip olma ve ait olma ile ilişkisi. Aborjin reisinin söz ile bir sahiplik ve aitlik iddia etmesi. Şiir bize bunu verir. Aynı anda hem sahip olmanın hem de ait olmanın duygusunu. Aborijinin yaptığının Namık Kemal’in, Mehmet Akif’in, Nazım Hikmet’in yaptığından bir farkı yok. Bu sahiplik ve aitlik duygusu sadece toprağa, vatana dair gelişmiyor. Kadınla, erkekle, şehirle, inançla, ideolojiyle vs. aynı ilişkiyi kuruyoruz. Kendimizle bile. Bunu yapabilmenin en güçlü yolu şiir.

Necip Fazıl şiirimizin en fiyakalı şairi

Öte yandan bu şiirin devamında şiirsel özne tül perdeyi dansa kaldırmaktan bahseder. Yazarlar tarafından fazla zikredilen bu şiirinizde de ben bir yabancılaşma etkisi gözlemliyorum. “Birazdan tül perdeyi dansa kaldıracağım/ istemiyorum, kimgeldi penceremi kapattım” diyorsunuz o şiirde.

Yabancılaşmanın en güçlüsü ölüm belki de. Canlılıktan nesne oluşa geçiş. Önceki sorudaki ve bu sorudaki alıntıladığınız mısralar “Gök Bugün Evime Ne Kadar Yakın” şiirimden. Ölüm hem bahsettiğim gibi somut bir yabancılaşma hem de bir zihin faaliyeti olduğunda bizi dünyadan koparan, olduğumuz yere yabancılaştıran en güçlü fikir. Yabancılaşma içimizdeki hayatı dışımızda bulamamamızdır zaten. Her şey gibi bir arzu meselesidir yani. Şiirde arzularından vazgeçen biri var. Bu da onu ölüm düşüncesine doğru sürüklüyor. Kimgeldi pencereleri eski mimarimizde kimin geldiğini anlamak için kapının girişini gören küçük pencereler. Dünyadan evin içine kaçan bir şiir. Şiirin sonunda evden çıkıyor ama şiirin öznesi: “beşinci kattan kendini aşağı bırakanın/parmakları ne güzeldi, ince balkon demirleri gibi”. 

Aynı zamanda bu yıl Necip Fazıl İlk Eserler Ödülü’ne layık görüldünüz. Bu ödülün sizin için anlamı nedir?

Ödülün anlamı Necip Fazıl’ın anlamıyla yakından ilişkili. İsmet özel “Acı duymak ruhun fiyakasıdır.” diyor. Necip Fazıl şiirimizin bu manada en fiyakalı şairi belki de. Acı içinde ve hepimiz ilk gençliğimizde onun acısıyla derinleştik. Necip Fazıl’ı büyük yapan ayırıcı yan da bu: Yahya Kemal ve Ahmet Haşim’in açtığı estetik damara trajik bir karakter kazandırması. Hepimiz için kendimizi acıyla bilinçlendirdiğimiz erken bir kapı olmuştur Necip Fazıl. İlk kitabımın gençliğimizden başlayarak şiir tecrübemizde bu kadar etkili bir isme verilen ödüle değer görülmesi benim için kıymetli tabii ki.

Bir şiirinizde “Ben dans etmesini bilmem ki.” mısranız bana bir başka şairin sevdiğim bir mısrasını anımsatıyor: “Ben hiç çiçek bilmem ki.” demişti o şiirde. Çiçeği ya da dans etmeyi bilmemek mi bizi hayat karşısında acemi kılıyor? Şair kişi sanki bu acemiliği kelime oyunlarıyla kapıyor. Siz de böyle misiniz?

bana verin bütün ölülerimi/onları bir kır düğününde dansa kaldıracağım” dediğim bir şiirde geçiyor alıntıladığınız mısra. Dans bedenin en kıvrak hali, ölümde ise bedenimiz en katı haline varıyor. O mısrada evet hayata katılamamak var ama sebebi acemilik değil. Ölüm düşüncesiyle katılaşmak, danstan uzak düşmek.

Önceki Yazı

Ömrü eve giden yolda geçenlere ve uyurken bir ev düşleyenlere 

Sonraki Yazı

İslam dünyasını fotoğraflamaya Mekke’de başladım

Son Yazılar

Gandi mürşid arıyor

İnsan eğitimi Hz. Âdem ile başlayan kutlu bir yolculuktur. Peygamberlerden sonra onların varisleri olan alim arif