“Bir Tutam Karanfil” bir seyr-i sülûk filmi

//
24 dakikada okunur

Yönetmen Bekir Bülbül: “Burada derdimiz bir gazete haberi gibi mülteciler neler çekmişi anlatmak değildi. Hatta tam tersi biz dünyadaki mültecilerin üzerine bir bakış açısı, yaklaşalım getirelim istedik. Çünkü biz de bu dünyaya bir şekilde geldik ve ne zaman döneceğimiz belli değil. Ama döneceğiz, buraya ait değiliz. Bu filme mülteci filminden ziyade bir yol, bir seyr-i sülûk filmi diyebiliriz.”

“Benim Küçük Sözlerim” ilk uzun metrajları. Sonrasında “Çamaşır Suyu” adlı kısa filmleri var. Onlar bir aile olarak sinema dünyasının içindeler. Hatta ilk filmlerini de düğünleri sonrasında takılan takılarla çekiyorlar. Sinema onlar için bir tutku diyebiliriz. Kim mi onlar? Büşra&Bekir Bülbül çifti namıdiğer “filmmakerfamily”. Son filmleri “Bir Tutam Karanfil” uluslararası festival yolculuğu sonrasında 42. İstanbul Film Festivali’nde Türkiye prömiyerini gerçekleştirdi. “En İyi Görüntü Yönetmeni” ödülüyle de ayrıldı. Bülbül çiftiyle “Bir Tutam Karanfil” filmini konuşmak üzere bir araya geldik. Hem filmlerinin hikâyelerini, yapım sürecini hem de bir çift olarak üretmenin artılarını, eksilerini konuştuk.

“Bir Tutam Karanfil” filminin hikâyesi nasıl ortaya çıktı? 

Büşra Bülbül: Bekir ile birlikte yeni film arayışındaydık. O zamanlar Bekir’in dedesi İstanbul’da bizimle beraber yaşıyordu. Dedesi beni köyüme götürün, burada öleceğim, diye sürekli yakınıyordu. Ama köyünde bakacak kimse olmadığı için hep o gitme isteğini bir erteleme durumu vardı. Yeni filmin konusuna dair konuşurken bu durumu aynı duyguyu bir mülteci hissederse nasıl olur diye düşündüm. Bir mülteci de aynı duyguyu hissedebilir, gitmek isteyebilir ama bu isteğini  dillendiremez bile. “O yaşasaydı bu durumu ne yapardı?”, “Gerçekten çekip gider miydi?” sorularını Bekir’e sordum. Bekir’in de direkt kafasında bir görsel canlandı. O görsel üzerine biz hikâyeyi geliştirdik ve “Bir Tutam Karanfil” ortaya çıktı diyebiliriz. 

Bekir Bülbül: Bir ölüsü olan, parası olmayan, araç bulamayan bir mülteci ölüsünü buradan nasıl götürür sorusu üzerine gözümde ıssız yollardan ölüsünü götürmeye çalışan bir yaşlı adam ve onun arkasındaki küçük torun resmi canlandı. Malum savaştan kaçanlar, kaçabilenler genelde küçük çocuklar ve yaşlılar. Filmi böyle bir resmin arkasındaki hikâye üzerine inşa ettik.

 

 

Film yapmak gün geçtikçe daha da zahmetli, pahalı ve zor bir hâle geliyor. Siz bu filmi yaparken nasıl bir yapım süreci geçirdiniz? 

Bekir Bülbül: İlk senaryoyu yazdıktan sonra Kültür ve Turizm Bakanlığı ile TRT 12 Punto’ya başvurduk. Oralardan yapım desteği kazandık. Sonrasında yapımcımız Halil Kardaş ile anlaştık. Dedik ki biraz bekleyelim. Özellikle yurt dışı fonlarına ve marketinglere başvurmak istedik. Ortak yapımcı bulursak özellikle uluslararası festivallerde daha güçlü olacağını düşündük. Dolayısıyla çekim takvimini bir sene hatta bir buçuk sene kadar falan ertelemek durumunda kaldık. Bosna Hersek’te CineLink Endüstri Günleri, Bulgaristan’da Sofya Meetings, Ermenistan’da See to See olmak üzere yurt dışında birçok markete katıldık. Türkiye’de ise Boğaziçi Film Festivali’nin Bosphorus Film Lab ve Antalya Altın Portakal Film Festivali’nin Antalya Film Forum bölümlerine katıldık. Birçok ortak yapımcıyla görüştük. Onlarda projeye ortak olmayı kabul ettiklerinde hemen gerekli çevirileri yapıp kendi bakanlıklarına başvurdular. Bir de o süreci beklemek durumunda kaldık. Gürcistan’dan, Bulgaristan’dan ortak yapımcımlarımız vardı ama bakanlıklarından destek çıkaramadılar. Belçika’dan bir ortak yapımcıyla anlaştık ve onunla yola devam ettik. Dolayısıyla bu da takvimi haliyle biraz ileri attı. Çünkü biz 2017’de başlamıştık hikâye yazmaya, düşünün 2021’de çektik. 2022’de ilk seyirciyle Tokyo Film Festivali’nde buluştu. Türkiye prömiyeri ise 2023’te oldu. 

                                                             (Bekir Bülbül, Büşra Bülbül ve Rabia Bulut)

Senaryo organik bir şey

Uzun bir süre hem yapım hem de gösterim açısından yaşamak nasıl bir duygu? Çok uzun bir süre değil mi?

Bekir Bülbül: Senaryo yaşayan, organik bir şey. Sürekli bir şeyler ekleyip bir şeyler değiştirebiliyorsun. Ta ki kurguda final cut yapana kadar. Çünkü kurguda bile senaryoda ufak minik değişiklikler oluyor. O anlamda “Bir Tutam Karanfil” ciddi bir olgunlaşma, demlenme süreci geçirmiş oldu.

Her ülke filme kendi perspektifinden yaklaşıyor

Filminiz uluslararası festival yolculuğu sonrasında geçtiğimiz günlerde İstanbullu sinemaseverlerle buluştu. Hem uluslararası ayağı hem de Türkiye prömiyeri nasıl geçti?

Bekir Bülbül: Yurt dışında çok farklı coğrafyalarda gösterim yaptık. İlk Tokyo’da başladık. Arkasından Fas, Selanik, Sofya geldi. Farklı coğrafyaların filme yaklaşımları da farklıydı. Mesela Tokyo’da karşılaştığım en absürt durum onlarda mülteci kavramı olmamasıydı. Orada aldığım bilgiye göre sadece 66 tane mültecileri varmış. Dolayısıyla onlar da bizim gibi bir bakış açısı yakalamak zaten çok mümkün değil. Orada aldığım eleştirilerden biri “Neden cenazeyi tabutla taşıyorlar? Yaksın ve külünü taşısın” şeklindeydi. Her ülke kendi perspektifinden yaklaşıyor ve kendi yorumlamalarını yapıyor. Aynı zamanda filmin mistik bir bakış açısı olduğunu onlar da söylediler. Çünkü onlara inançlarına göre ataları öldükten sonra bir ağaca dönüşüyor. Biz de biraz tasavvufi olarak ölümden sonra başka bir aleme geçilmesi başka bir dünyada neşvünema bulmasından bahsetmiştik. Bunu direkt aldılar. Fas’ta direkt olarak konuyu kavradılar. Bulgaristan’da, Selanik’te ise daha sosyokültürel bir açıdan filmi okudular.

Büşra Bülbül: Filmi ilk defa beyazperdede İstanbul Film Festivali gösteriminde izledim. Gerçekten çok heyecanlandım. Küçük bir fikirden ortaya kocaman, yaşanmışlık kokan bir hikâye çıkıyor. O sahneyi nerede, nasıl yazdığımızı düşündüm. Hep o anı beklediğimi ve yaptığımız işin kıymetini o gösterimde fark ettim. Ben daha filmi seyretmeden basın gösteriminde seyreden birkaç kişi aradı, gerçekten beğendiklerini duyunca ekstra bir heyecanlandım. Kurguda görüyorsun ama beyazperdede izleme heyecanını başkaymış gerçekten. Seyircilerin de anlatmak istediğimizi kısmen anladığını düşünüyorum. 

Karakterimi dedemi düşünerek inşa ettim

Filmin bir dede torun hikâyesi olduğunu en baştan söyleyelim. Dede torun bir yolculuğa çıkıyor. Bu yolculuk bir düğün sahnesiyle açılıyor ama bir ölümü barındırıyor. Dede ve torun bir yas içerisinde. Dede konuşmuyor, torun Halime ise çizerek kaybettiklerini hatırlamaya çalışıyor. İkisi yaslarını çok farklı yaşıyorlar. Sizler bu yas biçimi oluştururken neler düşündünüz?

Bekir Bülbül: Karakterleri yazarken hep bir referans karakter bulmaya çalışırım. Genellikle diğer yazdığım senaryolarda da bu şekildedir. Dolayısıyla orada dedeyi yazarken hep rahmetli dedemi düşünerek yazdım. Mesela rahmetli anneannem vefat ettiğinde dedemin aynı  filmdeki Musa gibi daha olgunca daha sessiz bir şekilde o yası yaşadığını hatırlıyorum. Hep oradan referans aldım. Dedemle olan ilişkimi göz önünde bulundurarak inşa ettim.

Büşra Bülbül: Halime travma görmüş bir çocuk onun için bu travmayı bir şekilde göstermemiz gerekiyordu. Onun susması gerektiğine Bekir karar verdi. Peki konuşamayan bir kız duygularını nasıl ifade eder diye düşündüm. O zamanda çocukken duygularımı anlatamadığımda resim çzidiğimi hatırladım. Halime’nin de duygularını resim yaparak aktarmasına öyle karar verdim. O savaş görmüş bir çocuk. Aynı zamanda üzerine bir cenaze sorumluluğu verilmiş bir çocuk. Ama Halime gitmek istemiyor. Sürekli güneş, ev resmi çiziyor. Sürekli geçmişin arayışında bir çocuk, Halime.

Dede ve torun haricinde yolda karşılaştıkları herkes ölümle, hayatla ilgili farklı farklı noktalardan konuşuyorlar. Meselelere dair mağdurlar konuşmaz ama yaşamayanlar konuşur. O karakterlerin susması ve diğer her şeyin konuşması noktasında ne dersiniz?

Bekir Bülbül: Senaryoyu yazma sürecimi ölümü sorgulamaya başladığım zamanlara tekabül eder. Her bir karakter aslında ölüme farklı bir yaklaşım barındırıyor. Tıpkı içimde sürekli farklı seslerin ölüme dair söylem biçimleri gibi. Karakterlerin suskun bir şekilde yol almaları aslında biraz seyr-i sülüğü hissettiriyor. Düğünle başlayıp ölümle bitmesi ve sessizce bunların yol alması bir seyr-i sülûk hali. Mantıku’t Tayr’da sürekli vadiler geçerler, her vadide farklı bir şeyle karşılaşırlar. Burada da işte her karşılaştıkları insanın da ölüme yaklaşımı farklı. Ya kimisi hesap kitap yapıyor, kimisi muhtar seçimini konuşuyor. Biri tasavvufi yaklaşırken birisi daha nihilist yaklaşıyor. 

Peki filminizi bir yol filmi mi yoksa mülteci filmi mi olarak kategorize edersiniz?

Bekir Bülbül: Filmde hiçbir şekilde bir mekan ismi kullanmadık. Çünkü daha yersiz yurtsuz, zamansız ve mekansız bir hale bürünsün istedik. Burada derdimiz bir gazete haberi gibi mülteciler neler çekmişi anlatmak değildi. Hatta tam tersi biz dünyadaki mültecilerin üzerine bir bakış açısı, yaklaşalım getirelim istedik. Çünkü bizde bu dünyaya bir şekilde geldik ve ne zaman döneceğimiz belli değil. Ama döneceğiz yani buraya ait değiliz. Bu filme mülteci filminden ziyade bir yol bir seyr-i sülûk filmi diyebiliriz. 

Bu serüven bizi besliyor ve geliştiriyor

Bir çift olarak film üretmek, senaryo yazmak bu serüvenin içinde olmayı nasıl anlatır ve tanımlarsınız?

Büşra Bülbül:  Çok güzel ama çekişmeli anları da olmuyor değil. Sürekli  işe müdahale etme hali oluyor. Aslında biz iki yönetmen çalışıyoruz. İpin ucunu kaçırdığımız anlar oluyor. En sonunda kim yönetmense son noktayı onun koymasına karar verdik. Ama bu durumun aynı zamanda bizi her zaman besleyen ve geliştiren bir şey olduğunu düşünüyorum. Çünkü bakış açılarımız farklı olduğu için  başka bir gözden nasıl gözüküyoru biliyoruz. Senaryo yazarken başkalarının fikirleri alınır, okutulur bizim öyle bir ihtiyacımız olmuyor. Çünkü Bekir ve ben o noktada birbirimizi tamamlıyoruz.

Bekir Bülbül: Büşra daha hikâyeci yaklaşıyor. Ben ise alt anlamlar arayan birisiyim. Bu yaklaşımım örtük kalıyor. Büşra’nınki de çok açık oluyor. Bu şekilde hikâyeleri yazarken birbirimizi tamamlıyoruz. Biz ilk filmimizi balayı aşamasında çektik. Hikâyemiz böyle başladı. Ondan sonra kuralları koymaya başladık. Biz iş hayatı, ev hayatı şeklinde ayıramıyoruz. Aile, iş hayatımız o kadar birbirine girmiş bir vaziyetteki bir yandan çocuğu yedirdiğimiz bir yandanda senaryodan bahsettiğimiz anlar oluyor.

Anne ve baba olarak çocukların ekranla, sinemayla olan ilişkisini nasıl görüyorsunuz? Neler yapıyorsunuz?

Bekir Bülbül: Evimizde ekranları tamamen kapattık. Çünkü çocukların ne izlediklerini kontrol edemiyoruz. Özellikle Youtube’da buldukları her şeyi izlemeye başlıyorlar. Birçok kimse evimizde internet ve televizyon olmadığı için siz nasıl sinemacılarsınız diyerek bizi yadırgıyor. Biz ise bu duruma alıştık. Bu şekilde çocuklar daha hayatın içinde oluyor, zihinleri daha interaktif çalışıyor.

Büşra Bülbül: Ben de onları senaryolarıma daha çok katmaya çalışıyorum. Çocuklarla ilgili sorunlar yaşadığım zaman diyorum bunu anlatmalıyım. O kadar anın içinde oluyoruz ki her şeye bu nasıl anlatılabilir diye bakıyorum. Onlar nasıl dahil olabilir senaryonun içine diye düşünüyorum.

Bir proje mutlaka demlenmede oluyor

Bülbül ailesinin senaryo mutfağında neler var? 

Büşra Bülbül: Şu an en yakın “Gün Çiçeği” var. Kasım ayında sete çıkmayı düşünüyoruz. “Gün Çiçeği”nin senaryosu bitti. Şu anlık rafa kaldırdık. Şimdi Bekir’in yeni projesinin senaryosunu yazmaya başladık. Bütün hazırlıklar Bekir’in projesi üzerine.

Bekir Bülbül: Bir projeyi demlenmeye mutlaka bırakıyoruz. Çünkü bazen o kadar içinde boğuluyoruz ki içinden çıkılmaz hale geldiği anlar oluyor. “Gün Çiçeği” üzerine çalışmaya 2020 yılında başladık. Üç senedir onla boğuşuyoruz. Dedik bir öncesinde demlenmeye bırakalım. Çekim öncesi yazın tekrardan bir daha üzerinde çalışmaya başlayacağız. Araya da hemen yeni bir proje sıkıştırdı. En azından onu bir yere kadar getirmek istiyoruz.

Kendi içlerine dönsünler

Sinema atölyelerinde dersler veriyorsunuz. Film çekmek, senaryo yazmak isteyenlere neler tavsiye edersiniz? Nelere dikkat etsinler, nelerden uzak dursunlar?

Bekir Bülbül: On senelik serüvenimde gördüğüm sinema öğrencilerinde gördüğüm çok fazla film seyredersem iyi film çekerim algısı var. Bunun tamamen çöp bir düşünce olduğunu gördüm. Çünkü çok fazla izlemek hayal kuramamaya itiyor. Bundan uzaklaşıp okumaya yönelirseler daha iyi olur. Benim çocukluğumda evimizde televizyon yoktu. Ondan ötürü radyoya, kitaplara yöneldim. Bu da benim hayal dünyamı daha harekete geçirdi. Şu an aslında biraz onun meyvelerini yiyormuşum gibi hissediyorum. Şimdide evimizde bunu devam ettirmeye çalışıyoruz. Çocuklarımıza kitap okuyoruz, birlikte radyo dinliyoruz. Onlarla bu şekilde vakit geçirmeye çalışıyoruz ki hayal dünyaları daha fazla çalışsın ve o genişliği, sınırsızlığı korusun istiyoruz.

Büşra Bülbül: Gündemi sık takip eden birisi değilim. Sosyal medyayı da yoğun bir şekilde kullanmıyorum. Bunun avantajlarını da görüyorum. Beynimi gereksiz bilgilerle, görüntülerle dolmuyor. Bu da bir sakinlik ve dinginlik sağlıyor. Bir şey üretmek istediğimizde bunlardan kaçınmanın çok faydalı olduğunu düşünüyorum. Biraz kendi içlerine dönsünler. O zaman dışa daha iyi bir şey aktarılabiliyor diyebilirim. “Çamaşır Suyu” adlı kısa filmimi gerilla usulü bütçemize uygun bir şekilde çok hızlı çektik. Bir şey anlatmak istiyorlarsa bir bütçe arayışı olmadan, anlatmak istediğimi nasıl bütçesiz anlatabilirim diye düşünsünler. Eyleme geçsinler.

Önceki Yazı

Deneme kritik bir eşik

Sonraki Yazı

Çok talep bol etkinlik

Son Yazılar

Gandi mürşid arıyor

İnsan eğitimi Hz. Âdem ile başlayan kutlu bir yolculuktur. Peygamberlerden sonra onların varisleri olan alim arif