Cüz Gülü, Can Külü

14 dakikada okunur

Herkesin hayatının son cüzüne yazdığı bir şeyler vardır.

Batan ayın kenarına yazılan satırlar‘dır onlar.

***

Bu hikâye bazılarımızın hikâyesi.

Konuşmayı bilmeyenlerin, gülden gül koparanların, yana yana yürüyenlerin, ‘Sen’den özge âşinâsı olmayanların hikâyesi…

***

Üç çocuk var hikâyemizde. Yanakları al al üç çocuk.

Birinci çocuk ‘değirmen’ kuruyor.

‘Çocuk parmak kalınlığındaki suyu oluğa bağlamıştı. Su oluktan dökülürken çer çöp pervaneyi döndürüyor, pervaneden sıçrayan damlacıklar kirpiklerine dokunuyordu.

Okurun da kirpiklerine konuyor şimdi damlacıklar.

Osman Nevres’in beyti yazıyor değirmenin kapısında:

Önün ardın gözet fikr-i dakîk et onda bir söyle

Öğütme ağzına her ne gelirse âsiyâb-âsâ

Anlatıcı gözlemliyor demek az kalır; -‘bir özge temâşâ’ onunki.

Şaşırıyor anlatıcı. Bizim gözlerimizi de alıyor ve bir lens gibi takıyor kendi gözlerine.

Sonra çamurdan bir eşek yaptığını görüyor çocuğun, eşeğin üzerine bir susam tanesi koyduğunu…

-Bu ne?

-Bu ihtiyar adamın eşeği.

-Ya üzerindeki susam?

-(Gülüyor çocuk) O da buğday çuvalı.

-Ama ihtiyar adamı göremiyorum.

Bir el çabukluğuyla, yok, değil, daha ziyade bir gönül çabukluğuyla bir parmak çamuru eşeğin ardına dikerek:

-İşteee, bu da ihtiyar amca.

Dedi.

Anlatıcı mı Kahraman mı, artık o her kimse, bize bütün bunları anlatan kişi, ‘hayret’ makamında değildi de nerdeydi?

‘Hoşça bak zâtına’ mı diyordu çocuk?

Hem ‘zâtına’ hem değirmene bir kez daha baktı Kahraman Anlatıcımız.

‘Değirmen’, dünyanın metaforu değil miydi?

Bilge çocuğun oyununa dahil olur Kahramanımız.

Belki de gerçek hayat çocuğun yaşadığıydı…

Mustafa Kutlu, söylemiyor; Kahraman Anlatıcımız da gizliyor ama ben biliyorum:

Salkım söğütler suya eğilmiş saçlarını tarıyor.

Alıç ağaçları Yûnus’tan bir ilâhî okuyor.

Anlatıcı Kahramanımız, ‘dibinde beyaz çakılların par par yandığı duru, serin bir su’ya giriyor.

Suyun acısı da hatırası da ezelîdir.

Suda çocuğun yüzündeki ifadeyi görüyor.

Bir zikir meclisi.

Postta Gül.

Ve bir mısra: ‘Bütün bahçeler sende toplanmış, gül müsün nesin?

İsimler, sıfatlar, zamirler…

Aşk’ın dilbilgisi, imlâsı…

Çocukla birlikte değirmene giriyor Kahramanımız; biz de giriyoruz.

İhtiyarın buğdayını öğütüyorlar.

Taşlar arasına düşen her buğday tanesi bize dünyada başından geçen kısacık macerayı anlatıyor‘du.

Değirmen taşı dönüyor, dönüyor, dönüyordu.

Dünya da dönüyor, dönüyor, dönüyor ve her an yeniden yaratılıyordu.

Ve Kahramanımız, kendisinin Kahraman olduğu hikâyeyi nakletmeye başlıyor.

***

Efendisi onu bir dağda buluyor.

Dizinin dibine oturtup mübarek eli ile sırtını sıvazlıyor.

Kalp gözü açılan Kahramanımız bir süre sonra posta lâyık görülüyor.

Ondan sonrası kitaplarda yazılı.

Meşin ciltli, âhârlanmış varakları olan ve kimbilir hangi müstensih tarafından çoğaltılmış nesih ya da rik’a yazılı ve ilk sayfasında belki ‘ya kebikec’ olan o güzelim kitaplarda…

Değirmene cümle mevcudât girip çıkıyordu elbet.

Dünya bu; misafirhane.

Kahramanımızın işi ‘öteki’ ile, yıldızı düşükler ile, bahtsızlar ile…

Yük altına gimek, dert dinlemek, gözyaşı silmek, ayak kiri temizlemek, naz çekmek kader…

Boynu büküklerin boynunu, kalbi kırıkların kalbini sağaltan Kahramanımızın terinin damladığı topraklar nihayet mis kokar.

Bir leylek başına yuva yapar.

Elif kaddi dal olmuştur artık.

O dala dünyanın bütün kuşları konar.

uçmaksan sen, ben dahi kuşsam‘ mısraı bir elif miktarı zamanda zihnimden geçti.

Ve şaşırtıcı bir şey oldu o anda:

Çocuk, Kahramanımızın eline bir tutam çamur tutuşturdu.

Müminlerin kalblerinin Allah’ın parmakları arasında olduğunu bildirmiyor mu Kur’ân?

***

İkinci çocuk o nane kokulu suyun dağdan inip ovaya kavuştuğu yerde bir meyve bahçesi kurmuştu.

İkinci bölüm böyle başlıyor.

Önce değirmen, sonra bahçe.

Bu meyve bahçesinde neler yok ki?

Elma, armut, vişne, kiraz, kayısı, ceviz, kızılcık, incir…

‘Bir gün olgun bir incir gibi patlayacak ve balını dökeceksin yeryüzüne’ ey okur.

Herkesin bahçesi bu bahçe.

Bağbozumu zamanı olmalı ki pekmez kaynatmakta ikinci çocuk.

Kahramanımıza pekmez ikram ediyor.

Yemiş kadar oluyoruz biz de.

Şu bodur elmanın meyvesi kalbi kararmışlara, şu kara kiraz merhametten maraz olanlara, şu sulu şeftaliler ibadetten taattan beri duranlara, şu zerdaliler muratlarına ermemiş gün yüzü görmemişlere, şu ballı incirler de mal hırsından gözü dönmüşlere, diye diye her bir ağacı ziyaret‘ ettiler.

Cennet bahçesi mübarek.

‘ben hep bahçelerde aradım zamanı’ diyen şairi anıyorum.

Hem o şiirin okuruyum ben hem bu hikâyenin.

Neden hep mısralar düşüyor aklıma sayın Anlatıcı.

Belki de Mustafa Kutlu’dur bu sorunun muhatabı.

Neden?

Artık rüzgârın anlattıklarını da karıncanın söylediklerini duyuyordur Kahramanımız.

Dile gelmiş bütün bir tabiat Aşk’ı dillendiriyor.

Ot biçti, su suvardı, bel belledi Anlatıcımız.

Anlatıcımız mı Kahramanımız mı?

Ama yaprak, çiçek, böcek ne varsa üstlerine çekilen örtüleri aralayarak ‘Görünmez’in arısı’ oldu.

Ballar balını bulacak, cânını yağma edecekti besbelli.

Aşk’ın o âsûmânın fânûsuna sığmayan şu’lesi, evet…

Bu şifa bağının sahibi, Kahamanımıza ufak bir saman çöpü hediye ediyor ayrılırken.

İncecik bir saman çöpü.

Sakınılan göze batan cinsten bir saman çöpü.

‘Tedbirini terk eyle takdir Hüdânındır’ değil mi ey okur?

***

Anlatıcı Kahramanımız suyun cömert kıldığı bir ovaya şehir kuran üçüncü çocuğu gördüğünde, ben de Hacı Bayram Velî’nin ‘Nâgehân ol şâra vardım/Ol şârı yapılır gördüm/Ben dahi bile yapıldım/Taş ü toprak arasında’ dörtlüğünün bulunduğu ilâhîyi hatırlıyordum.

Anlatıcı gece girdi şehre.

Sokaklarında ne bekçi vardı ne asker.

Evlerin kapısı kilitli değildi.

Şimdi garabet olarak adlandırdığımız bu durum asr-ı saadetten tevarüs değil miydi?

Safderûnluk muydu bu yoksa bir ironi mi?

Her mahalle bir mektep, her fert talebe nasıl oluyordu?

İnsanların elinde para, mektupların üzerinde pul yoktu.

Kimse amir değildi ve memur da yoktu.

İki yok’tan ne çıkardı.

Yoktan da vardan da ötede bir Var vardır’ öyleyse.

İki kapılı bir handı sanki bu şehir.

Bir kapıdan girip diğerinden çıkana dek bildiklerimizi unuttuğumuz, unuttuklarımızı hatırladığımız bir şehir.

Kahramanımız yok artık, Mustafa Kutlu konuşuyor şimdi:

Var olan varlığım yok olmuş, yoktan var edilmiş idim.

Şairin dediği gibi ‘gökte yapılmış da yere indirilmiş bir şehir’di hiç şüphesiz bu şehir de.

***

Oradan tayy-ı mekân nasib oldu hepimize; Kahramanımıza, bana, okura, yazara…

Destarındaki gülden yayılan râyihâyı, balçığa katıp saman çöpü ile karıştırdığını söylüyor Kahamanımız.

Evet, öyle yaptı, ben şahidim.

İşte kırk senedir elif gibi odunları taşıdığım bu tekkeyi böyle kurup çattı şeyhim.

Şeyhimin söylediğidir:

‘O çocukların bakışlarından, gülüşlerinden, yüzlerinden, sözlerinden toplanıp gelen ne varsa, hayatımın bu son cüzüne, o ak sayfanın kenarına nakışlandı.

Esrarımın aslı budur.

Esrarını bir Gül’den aldım, çaldım velî mîrî malı çaldım.

***

Herkesin hayatının son cüzüne yazdığı bir şeyler vardır.

Cüz Gülü’nün kokusu cân kokusuna karışırsa Aşk kesilir cümle âlem.

‘Ben ol da bil’ bu sırrı ey okur, sen seni bil de ben oldum deme bir dem.

Bir buğday tanesine yazıldın madem, oku kalbimi, çünkü ben hiç okuma bilmem…

Önceki Yazı

İki Şato Arasında Rilke’nin Ağıtları

Sonraki Yazı

Od’a Hizmet!

Son Yazılar

Gandi mürşid arıyor

İnsan eğitimi Hz. Âdem ile başlayan kutlu bir yolculuktur. Peygamberlerden sonra onların varisleri olan alim arif