Gül Bir Yelpazedir

11 dakikada okunur

Kış aylarını, felsefenin ve edebiyatın kesiştiği noktada ontolojik bir gerilimle ve dahi söz’ü yelpaze yaparak geçirmek hiç de fena bir fikir sayılmamalı. Söz’ü yelpaze yapmak; yani hem gizlemek hakikati hem de âşikâr kılmak… Evet, ‘söz bir yelpazedir; açtıkça açılır, nihayeti yoktur. Ruhları serinletir, acıyı dindirir. Söz bir yelpazedir; kâh gizler kâh âşikâr eder ardındaki güzel yüzü ve sözden etkili gözleri; söz, hakikatin kendisi değildir, ama hakikat-i mutlakaya götüren bir köprüdür.’ Böyle diyor Senail Özkan kitabın önsözünde. Söz’ün bu hususiyetleri, yüzünün biraz da sükûta dönük olmasından değil midir?

Goethe, Doğu-Batı Divanı’nın İşaret başlıklı şiirinde şöyle der: ‘Ne var ki tenkit ettiğim âlimlerin de hakkı var/Zira sözün sadece bir mânâsı geçerli değildir/Esâsen bu durum kendiliğinden anlaşılmalıydı/Söz bir yelpâzedir! Aralıklarından bu yelpâzenin/Bir çift güzel göz bakar/Sadece sevimli bir çiçektir yelpâze/Gerçi genç kızın yüzünü kapatır bana/Ama kendisini saklamaz benden/Çünkü kızın en güzel tarafı/Gözlerime bakan gözleridir.’ Goethe, dünya ile söz arasındaki ilişkiyi çarpıcı bir şekilde ‘yelpaze’ metaforuyla temellendirir ki kitap, metaforun tıpkı ‘yelpaze’ gibi açılışından vücut bulmuştur dersek mübalâğa olmaz.

Ötüken’den neşredilen ‘Söz Bir Yelpazedir’ için, ‘Felsefe, metafizik, estetik, edebiyat, sanat ve ontolojik meseleler hakkında, farklı zamanlarda kaleme aldığım yazılardan müteşekkil bu kitap ne bir felsefe kitabı ne de başlı başına bir edebi eserdir. Tam aksine; tamamen şahsi alaka, tecessüs ve sezgilerimin yönlendirmesiyle felsefi ve edebi dikkat ve ihtiyatlarla farklı düşünce alanlarında kaleme alınmış yazılardır.’ diyor Senail Özkan.

Kitap, mülklerin en tehlikelisi dil’in söz ile sükût burçları arasındaki metafizik gerilimi ve bu gerilimden çıkan varoluş ritimlerini konu alan bir yazıyla açılıyor. Ancak söyleyenler susmayı bilir ya da susar. Önce gül’ü merkeze alarak Rilke’yle başlıyor yolculuğuna yazar. Sonra aşk’a varıyor, Mevlânâ ile. Aşk olmasaydı, varlık olmazdı diyor Hz. Pîr. Özkan’ın Mevlânâ’nın Aşk felsefesi başlıklı yazısını Asaf Hâlet’in Sema-ı Mevlânâ şiiriyle paralel okumak bir hayli kışkırtıcı bir deneyim oldu benim için: ‘içimdeki sema’a/nece yıldızlar akar/ben dönerim/gökler döner/benzimde güller açar’

Rilke’nin de Goethe gibi, ‘zamanın gürültülü tezgâhlarında çalışıp, ulûhiyete canlı libaslar dokuduğunu’ kaydeden yazar, okura kendi aynasının karşısına geçme, kendisini bilme, kendisi olma sırrını imâ ediyor kitap boyunca. Değil mi ki merkezde olanın çevresinde bir seyrediş gülü olarak sonsuz bir imge ırmağında seyretmişti kendi yüzünü Rilke; tepeden tırnağa bakış kesilmişti ve görmek varolmakla neredeyse aynı şeydi! Eğer ‘yürek ile düşünmek’ diye bir şey varsa bunu yeni bir inançsal tavır geliştirerek en bütüncül anlamda beceren Rilke’nin ‘gül’ünden hareketle kelimelerin tanrısal bir tınının yüzgörümlüğü olabileceğini söylüyor Özkan. Şairin şiirlerinin, derin ve aheste akan ırmaklar gibi, Heidegger’in sözünü ettiği Varlık’a, o Hakikat denizine döküldüğüne vurgu yaparak…

Büyük ölçüde, Alman edebiyatında esen Doğu rüzgârından devşirilen rayihaları sayfalarına taşıyan yazar, Doğu-Batı Divanı ile bu meşaleyi tutuşturan Goethe’yi kitabın merkezine yerleştiriyor. Heine’in ‘Tasviri gayrikabil bir büyüsü var bu kitabın; bu, Garb’ın Şark’a gönderdiği bir selamdır’ diye nitelendirdiği Doğu Batı Divanı ile İkbal’in ‘ferdileşmiş insanlık’ diye yorumladığı Faust’u ortaya çıkaran dehayı incelediği yazısında Özkan, Goethe’nin çok yönlü istidadının ve mütecessis zekâsının altını bilhassa çiziyor. Bu iki büyük eser, âdetâ büyük bir senfoninin birbirini tamamlayan parçaları gibidir: Aşk ve insanın bireysel trajedisi. Goethe, Özkan’a göre Doğu-Batı Divanı ile klâsik sanata ve dolayısıyla Olemp’e, Yunan plastiğine elveda diyordu. Çünkü artık yeni şeyler söylemek gerekti.

‘Söz Bir Yelpazedir’i okurken, ruhumun serinlediğini hissettiğim kadar, içimdeki cılız kıvılcımların büyük yangınlara dönüştüğüne de şahit oldum.  Pascal ile sessizliği dokudum, Rilke ile Kurtuba Camii’ni seyrettim, Kelâm-ı Kadim’in vadilerinde dolaştım, Hz. Musa ile dua ettim, Hölderlin ile deliliğin doruklarında soluğum kesildi, Hafız ile gülü hıfzettim, Mevlânâ ile tepeden tırnağa aşk kesildim, Goethe ile yana yana kendime yürüdüm ve onun aynasında hem Faust’u hem Werther’i gördüm, Novalis’le sılaya döndüm, Yûnus ile çağladım, Heidegger ile varoluşun karanlığında hiçliğin gülünü kokladım… Dilden dile savruldum, arındım, yandım, konuştum, sustum… Aklın topal eşek gibi çamura saplandığını görenlerle, bilenlerle düşüp kalktım; gönül gözü görmeyince hiç baş gözü görmeyiser diyenlerle…

Senail Özkan, ‘bir günün dem-i âlayişinde’ içimizin sesini dinlemeye çağırıyor bizi. Pascal’dan hareketle, mutluluk için, sessiz ve huzur içinde bir odada oturma yeteneğini küller altından çıkarmaya çalışıyor. Kelâmın metafizik ufuklardan Heidegger’in ‘varlık evi’ne inişini ve bu inişin ne anlama geldiğini sorguluyor.

Kitabı bitirdikten sonra daha iyi anlıyoruz ki, sadece Mevlânâ değildir ‘bişnev’ diye seslenen; cümle varlık aynı sözü fısıldamakta. ‘Bir dehâ ile karşılaşınca kendi sınırlarının farkına varır insan.’ diyor İkbal, Faust’u okuduktan sonra. Dehalarla dolu bu kitap, kendi sınırlarımızı fark etmek için iyi bir fırsat olabilir. Ve Rilke gibi söylersem, her sabah harikulâde bir şekilde konuşmak için Tanrı’yla…

Mevlânâ Divân’ının bir yerinde şöyle diyordu: ‘Duydun mu? Bülbül seyahatten döndü/Semâ’a girdi ve tüm kuşların öğretmeni oldu.’ Tıpkı Mevlânâ’nın kendisi gibi..

Önceki Yazı

Sokak Herkes İçin Var

Sonraki Yazı

Gençlere Göre Geleceğin İkilemi De Aynı: Adalet mi Menfaat mi?

Son Yazılar